Oruç Baba ve Avrupa Birliği
Mahşeri bir kalabalık o Ramazan’ın ilk akşamı Şehremini’nin yollarını işgal etmişti. Trafik tıkanmış ve yollar kilitlenmişti. Neler oluyordu?
Bu zengin fakir, erkek kadın, genç yaşlı, tahsilli cahil her tabakadan insan neden bu saatte bu yıkık dökük mezarın başına toplanmıştı? Onları buraya sevk eden şey neydi? Ne arıyorlardı? Daha önemlisi, ne kaybetmişlerdi? Peki kaybettiklerini arayacakları başka araçlar yok muydu ellerinde? Hani şu bilim milim, akıl makıl türünden şeyler?
Şehremini’deki Oruç Baba’nın mezarı, ikinci bin yılın son Ramazan’ında belki de şimdiye kadar bir arada görmediği miktarda insanı toplamıştı başına ve cümle aleme meydan okumaktaydı. Üçüncü bin yılın “ortak değerleri”ne, pozitivizmin ilmihallerine, Avrupa Birliği çığlıklarına, bilgi çağına, eskilerin deyişiyle “feza asrı”na…
Evde kalmış kızlar derseniz orada, iş bulamayan delikanlılar derseniz orada, kocasını hasta yatağında bırakıp gelmiş kadınlar derseniz orada.
Hatta televizyonlar yayınlarını kesip canlı bağlantılarla bu sözde “görülmemiş” olayı seyircilere aktarmaya başladılar. Muhabirler çevredeki bakkallara, marketlere giriyor ve soruyorlar “Sirke ve şeker var mı?” diye. Satıcının memnun bir tebessümle yayılan dudağından “Kalmadı.” sözü çıkıyor.
İlk orucunu orada sirke ve şekerle açanlar dileklerinin kabul olacağına inanmışlar bir kere. Sevabına sirke ve şeker dağıtanlar birbirini eziyor.
Halkın bu yüzlerce yıldır tecrübe ede ede inanıp güvendiği, başında dertlerine derman aradığı yatırları küçümseyebilirsiniz. Bir yatırdan medet aramanın manasızlığına hemeninden fetva da verebilirsiniz. Hatta daha da ileri gidip bu mustarip insanları şirkle de suçlayabilirsiniz.
İyi ama bu “teorik suçlama” hangi derde derman olacak? O insanların bu “batıl” itikadının yerine geçirebileceğiniz”alternatif açıklama modelleri”niz var mı? Dahası, bu açıklamalar, meseleyi halletmeye yeter mi?
Sosyolojinin kurucu babalarından Max Weber, din sosyolojisi ile ilgili mesaisini neden bu probleme adadı dersiniz? Dinlerin en önemli işlevlerinden birinin dünyadaki kötülük (şerr) meselesini çözmeye matuf olduğunu boşuna mı dile getirdi bu baba sosyolog?
Artık sosyoloji bile insanların eylemlerini amaçlarına, niyetlerine göre yorumlamaya doğru gidiyor. Yargılamadan önce anlamak. Anlamak, daha sonra yargılamak.
Ramazan’ın ilk günü o kalabalığı oraya hangi silahın zoruyla toplayabilirdiniz? O insanlar, evlerinden iş yerlerinden çıkıp neden toplandı oraya kendiliklerinden?
Bütün bir modernleşme projesinin tıkandığı kör nokta, kötülük problemini çözmeyi gündeminin dışına itmesi. Görmezden geliyor; çünkü yeterince bilimsel bulmuyor.
Bilim, Tevfik Fikret’in deyişiyle bir gün şu kara toprağı bile altın yapabilirdi. Bilim uzayın ihtişamını açıkladı, hücrelerin yapısını, DNA moleküllerinin dizilişini buldu, insanı kopyalamaya uğraşıyor harıl harıl.
Ama bilim “Niçin?” sorusuna cevap vermiyor, “Nasıl?” sorusunu soruyor devamlı olarak. “Nasıl?” sorusunun cevabı, tabiatıyla bir tasvir oluyor. Oysa “Niçin?” sorusu, varlığımızı kökünden silkeliyor.
Depremde çocuğunu kaybetmiş veya babası sakat kalmış insanlar “Niçin ben?” diye sorduklarında bilim sağırlaşıyor. Verecek cevabı yok çünkü.
Geçenlerde karnındaki 15 haftalık bebeği ile ölen bir kadının haberleri vardı gazetelerde. Anneyi makineye bağlayarak bitkisel hayatta kalmasını sağlamak ve 7-8 hafta sonra bebeği annenin karnından almak mı iyi, yoksa zaten ölmüş bulunan kadını, karnındaki bebekle beraber gömmek mi?
Buyurun bu soruya cevap verin bakalım… Ölen kadının kocası ve ölmeye yazgılı bebeğin babası “Niçin ben?” diye sorduğunda rasyonel olarak verebileceğiniz bir cevap var mı? Bu acılar, belki tam olarak dindirilemez; ama ancak ve ancak dini bir açıklamayla teselli edilebilir. Ama bu dini açıklama da insanların teselli aradıkları tutamakları yok ederek bir yana varamaz. Çünkü din sadece teolojiden ibaret değildir. Dinin sosyal boyutu teolojiyle yetinmeyecek kadar karmaşık bir dokudadır.
Ve yerine bir şey ikame etmeden de kendi doğrularından kolay kolay vazgeçmez. Çünkü bu tutamak, onların “Niçin ben?” sorusuna buldukları bir tür çaredir!
Batı toplumlarındaki eğilimlere bakarak öyle tahmin ediyorum ki, iki binli yıllarda, iletişim imkanlarının da artmasıyla bu “batıl çareler”, azalmak bir yana daha da yaygınlaşacaktır…