Okuma ve yazma. Bu iki eğitim eskiden ayrı ayrı verilirdi. Okuyan ama yazamayanlar vardı ve bu bütün dünyada böyleydi. Modern toplumlarda ikisi birleşti. Bu bakımdan eskiden okuyan ama yazamayan ciddi bir kitle olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Mesela Kur’an-ı Kerim okumayı öğrenip de Arapça yazmayı bilmeyen milyonlarca insan bulunur çevremizde. O zaman bu iki kelimeyi dikkatlice kullanmak gerekir. Mesele bir alfabeyi öğrenip okumak ise Osmanlı devrinde milyonlarca okuma yazma bilen olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz ve bu oran zannettiğimiz gibi düşük değildir.
Eskiden hem okumayı hem de yazmayı bilenler de vardı ama bunları okullarda değil, kendi dar muhitlerinde öğrenirlerdi ama bunların diplomaları olmadığı ve bir okuldan mezun bulunmadıkları için de sayıları istatistiklere okur-yazar hanesinde geçmemiştir.
Böylece okuma bilen ama yazma bilmeyen geniş bir kitle ile her ikisini de bilip bir okuldan diploması bulunmayan dar bir kitlenin okur-yazarlık istatistiklerinden dışlandığını söylemek mümkün. Okur-yazarlık istatistikleri neticede diplomalı okur-yazarları ölçer. ‘Okuma yazma biliyor musun?’ diye yöneltilen bir soruya Kur’an okumayı bilen kişi ‘biliyorum’ der mi? Demez. Dese bile bu cevap istatistiklere ‘biliyor’ diye yansıtılır mı? Yansıtılmaz. O zaman bu kişiler istatistik dışına düşer. Demek istediğim, istatistikler bir çok noktada olduğu gibi bu noktada da yalan söyler.
Bu örgün olmayan eğitimle öğrenilen okurluk ve yazarlıkları ölçen istatistiklere geldiğimizde ilginç bir tuhaflıkla daha karşılaşırız: “Osmanlı’da okuma yazma oranı ne durumdaydı?” şeklinde bir soru o kadar geniş bir bağlamda sorulmuştur ki, bunun makul ve mantıklı bir cevabının olmaması bizi şaşırtmamalıdır. Zira hangi Osmanlı’dan bahsetmekteyizdir? Osman Gazi zamanından mı, Fatih devrinden mi, Kanuni çağından mı yoksa Sultan 1. ve 2. Abdülhamid’in asırlarından mı? Dikkat ederseniz bunlar arasında yer yer 100, 200, 300 senelik boşluklar var ve yine aynı soru karşımızdadır: Hangi Osmanlı? Şehirli Osmanlı mı, köylü Osmanlı mı? Taşra mı, payitaht mı? Rumlar mı Ermeniler mi yoksa Türkler ve Arnavutlar mı? Hepsi? Hiçbiri? Tabii ki Osman Gazi devriyle Sultan 2. Abdülhamid devri bu istatistik açısından aynı çıkamayacaktır, bu kesin. Öte yandan Osmanlı nüfus sayımlarında (takrirlerinde) muhataplara ‘Okuma yazma biliyor musunuz?’ diye bir soru yöneltilmediğini biliyoruz. O zaman nasıl tespit edeceğiz Osmanlı’da okuma yazma oranını? Tabii ki edilemez. Ancak yaklaşık bir takım tahminler ileri sürülebilir ki, bunlar da tutarsız olmaya mahkûmdur.
Ancak Sultan 2. Abdülhamid devrinde modern bir nüfus sayımı yapılabildiğini biliyoruz ve elimizde maarif (eğitim) istatistikleri mevcut o devre ait. Böylece Sultan 2. Abdülhamid’in devrinde -Kemal H. Karpat ve Mehmet Ö. Alkan gibi araştırmacıların ortaya koyduğu gibi- resmi okullarda okuyanlar ve mezunlar üzerinden yapılan bir değerlendirmede okuma yazma oranının 1906 gibi bir tarihte yüzde 15 civarında çıktığını belirleyebiliyoruz. Öte yandan Prof. Mete Tunçay’ın dediği gibi eğer Türkiye Sultan 2. Abdülhamid devrindeki eğitim/okullaşma temposunu devam ettirebilseydi Cumhuriyetin kuruluşunda okur yazarlık oranında yüzde 30’ları tutturmuş olacaktık. Bu yüksek bir orandır, çünkü biz bu yüzde 30’lara ancak 1940’lı yılların ortalarında ulaşabilecektik.
Osmanlı’nın Sultan 2. Abdülhamid devri okullarında eğitilen okur-yazar kitle harplerde harcandı ve Mustafa Kemal Bey “Biz Arıburnu’nda bir Darülfünun gömdük” diyerek bu hazin gerçeği itiraf etmişti. Darülfünun gençleri toprağa gömülmüştü, ama nice liseler ile meslek liseleri öğrencileri ile mezunları da toprağa gömülmüştü ve bu fidanların kaybının bizi nasıl okur-yazarsızlaştırıdığından İnkılap Tarihi kitaplarımızda hiç bahsedilmez. Halbuki bu büyük bir tahribattı ve Osmanlı’da okur yazarlığın ulaştığı noktanın Cumhuriyetin başlangıç yıllarında neden yüzde 8’lerde seyrettiğini ancak buraya bakarak anlayabiliriz.
Demek ki Sultan 2. Abdülhamid devrinde kaydedilen okur-yazarların yüzde 50 oranında kaybederek ulaşabildik Cumhuriyete. Bu yarı yarıya yıkım demektir.
Şimdi bunları bir yana bırakalım ve Cumhuriyet kurulduğunda elimizde kalmış olan, toprağa gömülmeyen diğer yüzde 50’ye bakalım, yani okur-yazar olan yüzde 8’e.
Burada bir alfabeyi tamamen unutturup yeni bir alfabeyi almayı gerektirecek bir durum asla sözkonusu değildi. Nitekim ilk 5 beş yılda harp ve işgal devresinde kapanan okullar açılıp da eğitim camiasının yaralarının sarılmaya başlanması üzerine 1923-28 arasında okur-yazarlığın yüzde 8’den yüzde 12’ye çıktığını görüyoruz hem de Arap alfabesiyle. Demek ki Arap alfabesiyle pekala ilerliyoruz ve her yıl 1 puan da ilerlemeyi becermişiz. Bu tempoyu 1928-38 devresine yaymayı becerebilsek yüzde 22’ye ulaşmamız sıradan bir netice olacakken harf devrimiyle -kütüphanelerin tuğla yığınına çevrilmesi pahasına- ulaşılan nokta, yüzde 19,2 oluyor! Ve biz buna dünyanın en büyük/mucizevi okur-yazarlık başarısı diyor ve gurur duyuyoruz
Halbuki alfabe değiştirmeden ulaşacağımız yüzde 22 ile değiştirmek gibi hala kapatamadığımız bir uçurum açma riskine mukabil ulaştığımız nokta yüzde 19’u karşılaştırmayan birisi bize büyük bir yalan söylüyor demektir.
Demek ki, alfabe değiştirmenin okuma yazma oranının artmasına bir etkisi olmamıştır, hatta devrim yapmak durumu daha da vahimleştirmiştir. 1928’de okur-yazar olan mevcut yüzde 8’lik kitle de bu darbeyle cahil durumuna düşürülmüştür.
Ne uğruna peki?
Batılılaşmak ve Avrupa ile aynılaşmak uğruna elbette. Daha doğrusu Osmanlısızlaştırma ve İslamsızlaştırma uğruna… Nitekim ilk defa tamamen Latin harfleriyle çıktığı 1 Aralık 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinin başyazısında bu ideolojik tercih alenen itiraf edilmiş bulunuyordu:
“Düşünmeli ki bu yazı inkılâbı sayesinde aziz Türkiyemiz bir seneden az bir zaman zarfında medeniyetin ve marifetin hakiki anahtarını elde etmiş olmak noktasından tamamen Avrupaya benzeyecektir. Belki yalnız başına yazı o büyük medeniyetin kendisi demek değildir. Fakat muhakkak yazı bu medeniyetin başka türlüsü düşünülemeyecekveçhile başlangıcı ve temelidir.”
14.06.2022, muzakerat.com