“Gazze bir açık hava hapishanesi” diyordu yabancı gazeteci, denizden, karadan, havadan İsrail tarafından kuşatılmış. Tek nefes alabileceği delik Refah, onu da Mısır darbecileri kapattı mı, “ört ki ölem”! Hazır olalım, kara harekâtına dönüşen İsrail saldırısı sahilde kırlangıçlar misali 4 çocuğun taretlerle biçilmesini aratacak sahnelerle dolduracak günlerimizi.
Bombalarla tanıştı mı bilmiyorum ama Gazze’den bir cami geliveriyor aklıma. Seyyid Hâşim Camii. Avlusunda çocuklar oynar, güngörmüş ihtiyarlar güneşin haşinliğinden onun sayesinde kurtulurlar. “Seyyid” yazdığına bakarak onun Peygamber Efendimiz’in (sav) torunlarından zannetmeyin. Bu cami, Efendimiz’in büyük dedesi Hâşim b. Abdu Menaf adına Osmanlı Sultanı Abdülmecid tarafından 1850’de yaptırıldı. Minaresini yenileme şerefi ise cennetmekân 2. Abdülhamid’e ait.
Külliyedeki bir kubbenin altında Efendimiz’in büyük dedesi Hâşim’in yattığını yazıyor kaynaklar. Merakımı çekti doğrusu, neden Mekke veya Medine’de değil de Gazze’de vefat etmişti Abdülmuttalib’in babası?
Cevabını ararken ilginç ayrıntılara rastladım. Bulduklarımı paylaşıyorum.
Tarihçi İbnü’l-Esir Hâşim’in asıl adının Amr olduğunu yazar. Öyleyse neden Hâşim denilmiş? Sebebi şu: “Mekke’de kavmine ilk olarak ekmek doğrayıp tirit yapan ve halka yediren kimse olması.” “Hâşim” Arapçada ‘kıran, ufalayan’ demek. Peygamber Efendimiz’in tiridi çok sevdiğini bildiğimize göre bu âdeti Kureyş’e getiren kişi oluyor. Yine de anlaşılmıyorsa “Siret-i İbn Hişâm”a göz atabiliriz.
Cahiliye Mekke’sinde iki önemli görev vardı: “Sikâye” ve “rifâde”. Bunlar ne anlama geliyor? diyorsanız açıklayayım. “Sikâye” hacılara su dağıtma; “rifâde” ise vergi toplama görevi demek. İşte bu görevleri üstlenen Hâşim, isterdi ki, hacıların bütün ihtiyaçlarını kendi karşılasın. Lakin güç yetiremediği için onlardan bir miktar harç alır ve karşılayamadığı ihtiyaçlarını o parayla görür, kimseyi mağdur etmezdi.
Girişimci bir Kureyşli
Bir seferinde kıtlık vardı. Kimse hacılara yardım edemiyordu, hacıların da anlaşılan durumları iyi değildi. Bunun üzerine Hâşim “bütün malını Şam’a götürerek onunla “ka’k” satın aldı. Sonra hac mevsimi geldi ve bu ka’k’in hepsini ufaladı ve onu döğdü. Ondan hacılar için tiride benzer bir yemek yaptı.”
“Ka’k” kelimesini özellikle çevirmedim, çünkü Şanlıurfa, Gaziantep, Hatay gibi şehirlerimizde ‘kâhke” diye pişirilip satılan ve kolay bayatlamayan yiyeceğin kendisidir ki, şimdilerde sosyete pastanelerinde boy göstermektedir. Hatta Avrupa dillerine “kek” olarak geçen ve sonra dönüp bize gelen yiyeceğin aslı da Arapça “ka’k”dir (kef ile). Yabancı zannetmeyesiniz.
Hâşim’in Abdu Şems adlı kardeşiyle ikiz doğdukları rivayet edilir. İkizlerin büyüğü Hâşim’dir ve ayak parmağı kardeşinin alnına yapışık olarak doğmuştur. Babalarının onları kılıçla ayırdığı abartılı olsa da, ayırma sırasında kan aktığı bilinir. Hatta bu kanın sonradan Ümeyye oğulları ile Hâşim oğulları, yani Muaviye ile Hz. Ali arasında dökülecek kana işaret olduğu söylenmiştir (Hâşim, Hz. Ali’nin dedesidir, Abdu Şems ise Muaviye’nin).
Hâşim’in Mekke’de ne kadar nüfuzlu ve faal olduğuna dikkat çekelim. İşte bu nüfuz ve etki, Peygamberimiz’in mücadele verdiği ortam hakkındaki bilgilerimizi yerine oturtan bir ayrıntıyı gizler.
Fihr, yani Kureyş adlı atadan beri Mekke’nin önde gelen tüccar ailelerinden biri olmuştu Kureyş kabilesi. Öyle ki, Hâşim’in babası Habeşlilerle ticaret anlaşması yapmış ve hatta bir tür ‘kapitülasyon’ olan ahidname veya emanname (ilâf) alarak ticarî bir başarıya imza atmıştı. Oğulları da babalarını mahcup etmemiş ve her biri bir yerden kapitülasyon kopararak Kureyş’in zenginlik ve etkinliğini artırma yolunda ilerlemişlerdi.
Hâşim, Bizanslılardan ve Şam’da bulunan Gassanîlerden birer ahidname almıştı. Şaşırtıcı ama İbn Sa’d’ın “Tabakât”ına bakılırsa Peygamber Efendimiz’in büyük dedesi Bizanslılar tarafından iyi tanınırdı ve işleriyle ilgili olarak Ankara’ya kadar gidip gelirdi!
Sizi bilmem ama Peygamberimiz’in dedesinin Ankara’ya kadar gelmiş olması bende farklı duygular uyandırdı. Tıpkı Gazze’de vefat etmiş olması gibi. Galiba tarih ve coğrafya algımızı yeniden şekillendirmemiz gerekecek; hem İslam tarihini, hem de kendimizi iyi anlamak ve kimliklendirmek için.
Hâşim’in Gazze’si
Taberî’ye göre ikiz kardeşi Abdu Şems, Habeş kralı Necâşi’den; kardeşi Nevfel İran Kisralarından; öbür kardeşi Muttalib ise Himyerli hâkimlerden ticarî imtiyazlar ve yolculuk sırasında güvence tezkereleri almıştı.
Hâşim ayrıca kervan yolu üzerinde yaşayan kabilelerle de anlaşmalar yapmıştı. Buna göre Kureyşliler bu kabilelere ait malları Bizans topraklarına götürüp satacak, parasını masraf almadan kendilerine teslim edecekler, buna karşılık kervanların güvenliğini sağlayacaklardı.
Demek ki, Kureyş ve Mekke büyük ticaret yollarının kavşağındaki kritik konumunu Peygamberimiz’in büyük dedesi ve büyük amcaları zamanında idrak etmiş ve ticari potansiyelini genişletme çabasına girmişti. Kureyş deve kervanları bu sayede bu bölgelere rahatça gitmiş ve kabilenin muazzam serveti bu girişimci ruh sayesinde canlanmıştı.
Bu tablo karşısında Peygamberimiz’in gençliğinde ticaretle uğraşmasında şaşırtıcı bir taraf olamazdı, zira Mekke’ye hakim bir tüccar kabilesi ve büyük bir tüccar ailesinde doğmuş olmak ona başka seçenek bırakmıyordu. Öyle ya, Kureyş Sûresi’nde geçen yaz ve kış ticaret yolculuklarını başlatan kişiydi büyük dedesi.
Hâşim’in yolu Suriye’ye yaptığı ticarî seferlerin birinden dönüşte Gazze’ye düşmüştü. Burada hastalanıp vefat etti (497). Yaşı epey gençti ama çoğu klasik metinlerde geçtiği üzere 20-25 yaşlarında olduğuna ihtimal verilemez. 40’ına yakın olmalıdır. Halk tarafından o kadar benimsenmiştir ki, onun adına yapılan camide namaz kılan Gazzeliler şehirlerine de, “Gazzetü’l-Hâşim” derlerdi, yani “Hâşim’in Gazze’si”.
Oğlu Abdülmuttalib yaşına kadar Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirilecek ve zaman döne döne Nur’un ineceği vakte doğru ilerleyecekti.
Velhasıl ne Ankara Ankara’dadır, ne Gazze Gazze’de. Ortada Efendimiz’in maneviyatı varken Gazze’ye düşen bombalar iftar sofralarına da düşer. Düşer mi sahiden de?