Post-muhafazakarlık
Batı düşüncesindeki gelişmelere hep aynı temanın tekrarı gibi de bakabilirsiniz. Neticede Whitehead’in dediği gibi Batı felsefesi bir açıdan Eflatun’a düşülen dipnotlardan ibaret kabul edilebilir. Bir de içeriden, bu düşünce okulları veya akımlarının birbirleri karşısında işgal ettikleri konumları, bu konumlardaki değişim ve dönüşümleri, tekrarmış gibi görünen fikirlerde bile bir kendine mahsus yenilik bulunduğunu fark etmeye yönelik ikinci bir bakış geliştirmek mümkün. Ben her ne kadar Batı düşüncesininThales’den bu yana belirgin bir gelenek oluşturduğuna inanıyorsam da, benzerliklerden çok farklar üzerinde durmanın kendimizi geliştirmek ve Batı kültürünün yapısını daha nafiz bir bakışla kavramak bakımından gerekli olduğu kanaatindeyim. Bu yüzden postmodernizme yönelik eleştirel tavrımı mahfuz tutarak onun tezlerini anlamaya ve içinde bulunduğumuz globalizasyon sürecinin neresine tekabül ettiğini ciddi ciddi kavramaya çalışıyorum. Bugün özellikle Amerika’da en güçlü ifadesini bulan; ama Almanya, Fransa ve İngiltere’de kendisine yandaşlar toplamayı başaran bir akımdan söz edeceğim. Başlığa biraz ironi katmak için koyduğum “Post-muhafazakarlık”teriminin size ne çağrıştırdığını bilmiyorum; ama kendi koydukları isimle “yeni-muhafazakarlık”ın içinde bulunduğumuz 90’lı yılların siyasal söylemine damgasını vurduğu gittikçe ayan beyan ortaya çıkıyor.
Meseleyi biraz bulandırmak pahasına Reagan ve Thacther’in ABD ve İngiltere’de, Turgut Özal’ın da Türkiye’de yeni-muhafazakar politikaların uygulayıcıları olduğunu söylersem belki zihninizde bazı çağrışımlar yaptırmış olurum. Ancak bu çağrışımların hemen neo-liberal politikaların kuyruğuna takılması ihtimalini göz önünde tutarak isterseniz bir politika olarak yeni-muhafazakarlıktansa bir siyasi düşünce ekolu olarak yeni-muhafazakarlık’ı kısaca tanımaya çalışalım. Yeni-muhafazakarlık akımının ortak paydasını, insan eylemlerinin amaçlanmayan sonuçlara maruz kalacağı yolundaki bir görüş oluşturur. “Amaçlanmamış Sonuçlar Kanunu” adını verdikleri bu tanıdık görüşü kısaca şöyle açıklayabiliriz: Sosyal hayatın karmaşık ve çok boyutlu ilişkiler yumağı içerisinde bir veya birkaç insanın yapmaya niyetlendiği her yeni eylem, ya başlangıçta niyet edilen çerçeveden sapacaktır ya da öylesine ağır bedeller karşılığında gerçekleşecektir ki, netice, işe başlamadan önceki durumdan daha da kötü olacaktır. Buna klasik bir misal, kiralık ev aramaya çıkan her insanın gerçekte böyle bir amacı olmasa da, kiralık evlere olan talebi ister istemez arttırıcı bir yan etki yaparak kira fiyatlarının yükselmesine sebep olacağıdır. Ya da hükümet politikalarında yapılmaya çalışılan her reform, her radikal yenilik adımımı, buna bilinçli ya da bilinçsiz karşı koyacak, çelmeleyecek aktörlerin eylemleri sebebiyle amacından sapacak, hatta bazen tam tersi sonuçlara varabilecektir. Buna yakın tarihimizden iki örnek olarak RP’nin iyi niyetle, oylarını aldığı kesime bir ferahlama getireceğim derken araya giren ‘hesaba katılmamış faktörler nedeniyle tam tersine en ağır bedeli o kesime ödetecek bir kulvara itilmesini (deplase olmasını) ve 55. Hükumet’in vergi reform kanunu ile vergi verenler arasında denklik kurmayı (zenginlerden de dar gelirli kadar vergi almayı) hesaplarken, tepkiler sonucu postadaki aslan payına sahip bankalara muafiyet getirerek yine vergi yükünün fakir fukaranın üstüne yıkmış olmasını gösterebiliriz.
Sosyal gerçekliğin karmaşık, değişimin güç bir iş olduğunu savunan yeni-muhafazakarlar, değişime açık çek veren bütün bir entelektüel koro karşısında yılmadan mücadele veriyorlar. Onlara, bizdeki muhafazakarlar gibi ezile büzüle değil, cepheden saldırarak son derece ilginç tezlerle “değişim”e karşı mücadele veriyorlar. Aralarında Irving Kristol, James Q. Wilson, Daniel Bell, S. M. Lipset, Edward Shils, Nathan Glazer, Daniel Patrick Moynihan gibi önemli aydınlar ve akademisyenlerin bulunduğu bu hareket, entelektüel çevrelerde uzun yıllardır solcuların üstlendiği yeni düşünceler geliştirmedeki öncülüğü de ele geçirmiş durumdalar. Başka bir deyişle “Bitti!” denilen muhafazakar felsefenin küllerinden liberal ve sol tematiklerle yoğun bir hesaplaşma sonucunda etkin bir siyasi düşünce okulunu diriltmeyi başarmış durumda yeni-muhafazakarlar.
Başta da söylemiştim: Benzerlikler bazen gerçek farkların farkına varmamıza engel oluyor. Nasipse ileride tekrar durmak istiyorum yeni-muhafazakarların tezleri üzerinde.
KÜLTÜR BAHÇEMİZDEN
Ateş yüreğimizde yaşar!
Ateş, en ileri düzeyde canlı ögedir. Ateş, kisiye özgü duygular içerir ve evrenseldir. O yüreğimizde yaşar. Gökyüzünde yaşar. Maddenin derinliklerinden yükselir ve kendini bir sevgi gibi sunar. Gerisi(sin geri) maddenin derinliklerine iner ve kendini gizler, sıkıştırılmış nefret ve öç gibi. Tüm olgular arasında birbirine zıt iki değeri, iyiliği ve kötülüğü, aynı açıklıkla taşıyabilen tek olgudur. Cennette ışık (nur) saçar. Cehennemde yakar. Ateş tatlıdır ve ateş işkencedir. Mutfaktır ve kıyamettir.
Gaston Bachelard, Ateşin Tinçözümlemesi, Çev.: Nail Bezel, Öteki Yayınevi, 1995, s. 13.
Yangınlar ve ateşin ruhu
Her yıl Ağustos ve Eylül aylarında çıkan orman yangınları bu kez de hem benim, hem de İstanbul’un ciğerlerini yaktı, dağladı. Televizyonlarda yanan ağaçların yanında ben de yandım, içim burkuldu. Keşke orada olsam da birkaç ağacı yanmaktan kurtarsam diye (beceremeyeceğimi bile bile) hep içimden geçirdim alevin dillerinin önüne gelen her şeyi yuttuğu bu feci manzaraları gördükçe.
Gerçekten de ateş “yutar” mı önüne gelen şeyi? “Yangın ilerliyor” cümlesi bir dil sürçmesinden mi ibaret sizce? Ya “Yangın her tarafı sardı” ifadesi? Farkında olmadan ateşe bir fail (özne) karakteri tanıyoruz aslında. Onun bir ruhu olmasın sakın?
Eskiler buna inanırlarmış deyip geçmek kolaycılık olur. Bugün modern kimyanın tornasından geçmiş olanlar bile ateşin karşıkonulmaz, saran, yutan, ilerleyen, yok eden, sıçrayan, harlayan bir esrarengiz varlık olduğuna kanidir farkında olmadan. O cezalandırır; ama aynı zamanda temizler, arındırır (cehennemi hatırlayalım). Gerçekten ister bir şömine ya da mangal karşısında dururken, özellikle geceleri bizi içine çeken karşı konulmaz bir cazibe merkezi haline gelir ateş. Gözlerimiz ona mıhlanır adeta. Onu belli bir mahfaza içinde tutabildiğimiz için de gizli bir sevinçduyarız.
Tanpınar, Beş Şehir’de eski İstanbul yangınlarının eğlenceli bir yanının bulunduğunu, insanların geceleri “yangın seyrine” diğermahallelere gittiğini söyler. Fransız filozofu Gaston Bachelard ise Ateşin Psikanalizi’nde yangın çıkarma hastalığından (piromani) söz eder ve bu hastalığın psikanalitik açıklamalarını aktarırken şunu eklemeyi de ihmal etmez: Ateş tabii bir olgu olduğu kadar sosyal bir olgudur da. Ateşe yüklenen anlamlar onu insanın dünyasının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir.
O kendine mahsus hırıltısıyla yanan ve göğe yükselmeye çalışanateş karşısında bir simyacının neler hissedebileceğini ve onun üzerine ne teoriler geliştirebileceğini tasavvur ediyorum da neler geliyor aklıma. Ateşin kimya kitaplarından ihraç edildiği bir çağınçocukları onun karşısında bu kadar çaresiz kaldıktan sonra…