Şehir kurmanın kültürümüzdeki temelleri
Rivayete göre Lokman Hekim, deniz kenarında, kuzey ve güneyi kapalı olan Bâbil’deki bir şehri ziyaret eder. Ahalisi en fazla kırk yaşına kadar yaşamakta ve daha delikanlı iken sakalları ağarmaktaymış bu şehrin.
Bunun sebebini araştırır ve havasının insanları gamlandırıcı özelliğini fark eder. Daha sonra Hindistan’da bir şehre gider Lokman Hekim. Tam tersine bu şehrin halkı neredeyse hiç yaşlanmamakta, dört yüz, hatta beş yüz yaşına kadar yaşamaktadır. Araştırınca görür ki, bu şehrin havası hûb (güzel), suları lâtiftir ve kuzey ve güneyi kapalı olmayıp hava akımlarına açıktır. Bu şehirde içi ferahlayan Lokman Hekim, “Ol kem havâlu şehrûn zarârın ol eyü havâlu şehirde savdum. Şimdengerü kem havâlu yirlerde turmayam” diye tavsiyede bulunur bizlere.
Bu rivayeti bize aktaran Saltuk-nâme’de ileri sürülen, Edirne’nin Bursa ve İstanbul karşısında başkent olarak kalması gerektiği iddiasında mündemiç en önemli gerekçelerden birisi, Edirne’nin iklimi, havası ve suyunun diğerlerinden iyi olmasıdır. Deniz kenarında kurulan şehirler (İstanbul) ile güneyi dağlarla kapalı şehirlerin (Bursa) ahâlisinin zayıf, renksiz, ciğerlerinin hasta olduğu telkininde bulunan Rûmî’nin bu bilgileri nereden aldığını epeyce merak etmiştim. Şifâhî kültürümüzün bu önemli belgesinde mebzûlen yer alan bu mâlumatın kaynaklarının İslam kültürünün ne kadar derinlerine nüfuz edip bünyesinde dağıldığını ve bambaşka bir coğrafî parçada, Mağrib’de hemen hemen aynı tecelliler halinde yüzeye vurduğunu görmek için İbn Haldun’un Mukaddime’sine eğilmek yeterliymiş.
İbn Haldun, “Bil ki”, der, “şehirler, refah ve onun vasıtalarından matlûb olan gayenin hasıl olması durumunda, milletlerin karar kılmak için edinmiş oldukları ikamet yerleridir.” Şehirlere yerleşmek, “refah ve onun vasıtaları”na yönelecek tabii ve askerî tehditlere karşı tedbir alınmasını zorunlu kılar. Bu amaçla şehirlerin etrafını surla çevirirler, şehrin çok ayak altında bir yerde kurulmamasına özen gösterirler. Ya dağ başında yüksek ve sarp bir tepeye veya ağaç ve taş bir köprüden geçilmedikçe ulaşılamayacak şekilde etrafı deniz veya nehirle çevrili bir yere kurulur şehirler. Bu, düşmana karşı, savunma tedbiri cümlesindendir.
Ancak bir de tabiî (İbn Haldun bizden farklı olarak ‘semâvî’ diyor) âfetlerden korunması gereklidir şehirlerin. Mesela salgın hastalıklardan. İbn Haldun’a göre “hastalıklardan selamette kalmak için havanın hoş olması” gerekir. “Zira” der, “Hava durgun ve pis olursa veya bozulmuş sulara veya kokmuş gölcüklere veyahut da pis bataklık veya çukurlara mücavir olursa, bu yerlerdeki kokular çabucak şehre sirayet eder. Bunun neticesi olarak da, oradaki canlılar mutlaka hızlı bir şekilde hastalığa maruz kalır.”
Havası iyi olmayan yerlerde kurulan şehirlerde sık sık hastalıkların ortaya çıkacağını vurgulayan Mukaddime müellifi, tarihçi Bekrî’den naklen Kâbis şehrinin hikâyesini anlatır bize. Kâbis Mağrib’de bataklık kenarına kurulu bir şehirdir. Fakat garip bir şekilde bir zamanlar bu şehirde hiç hastalık görülmezmiş. Bir kazı sırasında kurşunla mühürlenmiş bakır bir kap bulunmuş. Kabın mührü açılınca, içinden semâya doğru bir duman yükselmiş ve havada kaybolmuş. Ondan sonra şehirde hastalık hiç eksik olmamış. Meğer bataklık kenarında kurulmuş olmasına rağmen Kâbis’te hastalık görülmemesinin sebebi bu tılsım imiş.
Sonra Saltuk-nâme müellifini tasdik edecek beyyinelerini döker ortaya İbn Haldun. ‘Deniz kenarına kurulan şehirleri korumak zordur, ani baskınlara hedef olurlar, sık sık yağma ve talana uğrarlar.’ Buraya kadar işin savunma cephesi üzerinde duran İbn Haldun, birden rota değiştirir ve deniz kenarında oturmanın insanları lüks ve rehavete düşüreceğini söyler. Rûmî de, Edirne’de bulunan “gâziler”in, başkentin deniz kenarındaki İstanbul’a nakledilmesiyle gazâ ruhunun kaybedileceği endişesini dile getirip buna karşı çıktıklarını nakletmiyor muydu bize? Aynı şekilde İbn Haldun da, deniz kenarında “rahatı alışkanlık haline getiren”lerin cihâd kabiliyetlerini yitireceğini, bakıma ve korunmaya muhtaç bir ailenin âciz fertleri durumuna düşeceklerini belirtmektedir. Böylece Saltuk-nâme’de ileri sürülen deniz kenarlarında kurulacak şehirlere dair rivayet, bir tarihçi tarafından teyid edilmiş olmaktadır.
Mukaddime ve Saltuk-nâme arasında yapılacak daha derinlikli karşılaştırmaların, kültür tarihimize ilişkin zengin ipuçlarını önümüze uzatacağından eminim.
10 Şubat 1998, Salı