16 Kasım 2021 günü Hakkın rahmetine tevdi ettiğimiz Sezai Karakoç’un cenazesi alışılmış ölçülerden daha kalabalıktı. Normalde televizyonlara çıkmaz, bir gazetede yazı yazmaz, röportaj dahi vermezdi. Hatta Diriliş Partisi’ni kurana kadar resim de çektirmezdi. Hatırlardadır, 2011 yılında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülünü almak üzere Çankaya Köşkü’ne gitmemişti. Adeta münzevi bir derviş gibiydi, lakin inancını haykıran yazıları ve kurşun gibi mısralarıyla onu halktan ayıran medya duvarının buzdan bir barikat gibi eritebileceğini o Kasım günü cümle aleme gösterecekti.
Şehzadebaşı’nda toplanan on binler şu gerçeği ispat etmiş oldu: Hakikatin sesi susturulamaz. Hakikat konuştuğu zaman her şey susar.
Sezai Karakoç bildiğimiz dünyayı dışladı, kendine ait bir dünyayı ilmek ilmek ördü ve o yeraltı nehirleri gibi akarak yüzbinlere hitap etmeyi başardı. Hakikatin ipine tutunarak insanın kalbine inen yolu buldu ve o iple insanımızın ta kalbine dokundu. Bu ülkenin hakiki ihtiyacı olan iman pınarının yeniden coşması, insanların tekrar İslamî şuurla mücehhez kılınması ve makûs talihimizi ancak bu imanla mücehhez nesillerin kırabileceğini insanımıza öğretmesi en büyük hizmeti oldu.
Necip Fazıl gazetelerde köşe yazısı yazar, röportaj verir, Anadolu’yu şehir şehir dolaşır, konferans salonları dolar taşar, böylece insanlar onu yakinen bilirdi. Sezai Bey böyle değildi. O şiir yazdı, gazete ve dergi yayınladı, yayınevi kurdu, nihayet parti kanalıyla düşüncelerini siyasî seviyede dile getirmek yolunu seçti. Batı karşısında aşağılık kompleksine düşürülmüş, kültür kökleriyle bağını koparmış, ülkesinden ümidini kesmiş, Batının kulu, kölesi yapılmak istenmiş bir nesle “Siz Müslümansınız, muhakkak kazanacaksınız, çünkü Allah size bu yüce dini bahşetmiş, bu dinin sunduğu potansiyellerin farkına vardığınız zaman yeryüzünün en şanlı milleti yine siz olacaksınız” diyebilmiştir.
Diriliş çağrısı
“Ey milletim uyan!” diye başlayan “İslam Milletine Diriliş Çağrısı” bu bakımdan çok enteresandır. Şöyle başlar: “Milletim uyan, kendine dön, aslını unutma, geçmişini bil.” Burada tarihin şifreleri konuşuyor gibidir. Çünkü geçmişini bilmeyen, bir medeniyet tasavvuru oluşturamaz. Devam ediyor:
“İçinden gerçek aydınlardan kurulu bir kadro çıkar. Çıkar ki onlar hem bugününü, hem yarınını kurtarsınlar. Geleceğini ancak bilinçli, idealist, aydın bir nesil güven altına alır. İşte büyük bir milletsin, geçmişte çağ açıp kapattın, yine açıp kapatabilirsin.”
Sürekli geçmişin rüzgârını üzerimize seferber etti, “Kendini bildiğin gün kurtulacaksın” diye sıkı sıkıya tembihlemeyi unutmadı.
Kabul edelim ki bunlar son derece değerli mesajlar…
Ben de bir zamanlar bunları okumak ne kelime, içen yeni yetme gençlerden biriydim. 16 yaşımda bu sarsıcı mesajla tanışmıştım. İnsan Sezai Bey’in yazdıklarını gençliğinde okuyunca “Hakikaten insanlığı ve İslamı diriltebilir miyim?” diye şöyle bir etrafına bakınmak ihtiyacı duyuyor. Şuurda ilk kırılma, resmi ideolojinin giydirdiği deli gömleğini fırlatıp atma yolundaki ilk teşebbüs böyle başlıyor. Şok tedavi gibi bir şey sizin anlayacağınız.
Bu bakımdan Cemil Meriç, Nuri Pakdil, Nurettin Topçu, Erol Güngör, Sezai Karakoç ve Necip Fazıl’ın adeta bugün yaşayacağımız kültür şoklarını ve savrulmaları önceden görerek, bu akibete karşı setler, sütunlar dikmeye çalıştığını görürüz. Nasıl Aliya İzzetbegoviç 1970’lerden 90’ların kıyametini görüp de “Mladi Müslümani” hareketiyle bir sosyal şuurlandırma faaliyetini başlattıysa bir benzerini bu nesil bugünler için yaptı. Onlar olmasaydı bugün nerelere savrulurduk kim bilir, tahmin etmek zor.
Tarih tutulması
1920’lerin, 30’ların kültür şoklarını (harf inkılabı en görünen sembolü ama “dil devrimi” de içinde) onların bakış açılarından kavradık. Geçmişi okuyamıyor, okusan da anlayamıyorsun, ecdadınla bağın kopuyor. Ne oluyor? Batıdan ne aktarıldıysa onu biliyorsun. Kendine güven duyan, kültürünün mihverinden biri nasıl konuşur, bunun örneklerini görüyorsun onları okurken. O özgüveni boynuzlarından yakalıyorsun. O zaman diyorsun ki: “Biz gezegen olmaya layık bir millet değiliz. Bizim başka bir güneşimiz var. Tutulmuş olabilir. Lakin Batı yeryüzündeki tek güneş değildir. Güneş tutulmamız ancak biz çalışırsak sona erecektir.” Tamam, geçmişte mağlup olduk ama unutmayalım ki ebedî mağlubiyet yoktur, tıpkı ebedî galibiyetin olmadığı gibi.
Bir millet hayatiyetine güveniyorsa iş bitmiştir. Bir maçta yenilebilirsin; ikisinde, üçünde yenilebilirsin ama bu kötü sonuçlar dünyanın sonu demek değildir, bir de lig sonu var. Evet, hatalarımız oldu, dünya şartlarına ayak uyduramadı, yenildik. Tamam ama bu, dünyanın sonu değildir. Hayat devam ediyor, dünya değişiyor, devlet, servet, zenginlik kimsenin ebediyen tekelinde kalmıyor. Hiçbir devlet sonsuza kadar hükümferma olmuyor. Çin 15. yüzyıla kadar çok büyük bir medeniyetti. Sonra içine kapandı, çöktü, şimdilerde tekrar toparlandı. Demek ki dünya yuvarlak. Bir benim önüme geliyor fırsat, değerlendirirsem ne ala, değerlendiremezsem başkasının önüne gidiyor. Avrupa fırsatın imkânlarını dünyayı sömürerek yedi, bitirdi. Ama artık onların da ellerinden çıkıyor, yavaş yavaş Pasifik’e doğru kayıyor medeniyetin mihveri.
Demek ki tarih önümüze daima yeni fırsatlar çıkarır. Çıkarır ama çıktığı anda değerlendirecek kadar hazır değilsen onları kullanmazsın. “Fırsant ki hevâ-yı tiz-perdir/Ermek ona bir dahi hünerdir” demiş şair. Hazırlık yapmamışsan fırsat önünden geçer, gider, bakakalırsın. Bunun için her millet ferdinin ne istediğini bilecek şekilde şuurla yetiştirilmesi gerekir. Bizim bir hedefimiz olmalı, hedefe kilitlendik mi, bugün olmayabilir, 50-100 yıl içerisinde de olmayabilir ama ona bir gün ulaşacak nesilleri yetiştirmekle mükellefiz, demesi lazım devletin, aydınların ve yöneticilerin.
Mesela Yunanlar Osmanlıya isyan ettiğinde dediler ki: “Biz eski Yunan medeniyetinin devamıyız. Bu medeniyeti ihya edeceğiz. Onun bir vakitler sahip olduğu topraklar, bu arada Akdeniz’deki adalar yeniden bizim olacak.” 1821’de isyan edip ardından bağımsızlıklarını kazandılar. Katliamlar yaparak toprakları ele geçirdiler. Başta belki ‘Ne hayal’ diye gülüp geçtiler ama ne oldu? 100 yıl sonra, Lozan ile Batı Trakya ve adaların büyük bir kısmına sahip oldular. Bırakmadılar peşini, yine nesiller boyu anlattılar. 12 Adayı biz Lozan’da İtalya’ya vermiştik. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya şartları değişti. İtalya’nın cezalandırılması gündeme geldi. Yunanlar yine ısrar etti: “12 Ada bizimdir.” Böylece tek kurşun atmadan 12 Ada paketlenip Yunan’a hediye edildi. Neticede Yunanlar bir hedefi on yıllar boyu ısrarla talep etmenin semeresini almış oldu.
Bir devletin, bir milletin uzak ve yakın hedefleri olmalı. Hedefin ille toprak olması gerekmez. O zamanlar toprak fethi yoluyla oluyordu, şimdi bilgi, kültür, sanayi, ekonomi ve diplomasi yoluyla. “Ne işimiz var Libya’da!” diyor birileri. “Yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesi var ama bunu “içe kapanma” olarak anlarsan tıkanır, kalırsın. Yoksa dünya barışını kuran aktörlerden biri olacağım, şeklinde anlarsan Bosna’da, Libya’da, Afganistan’da bulunmak millî politikamızın bir parçası haline gelir. Bu zaten bize yabancı bir durum değil, dedelerimizden tevarüs eden bir haslet; arkamızda modeli de var.
Metafizik bakışın gücü
Sezai Karakoç metafizik bir açıdan karamsarlığımızın manasız olduğunu göstermeyi başardı. “Sub specie aeternitatis” diye Latince bir söz var, yani “Ebedî bakış açısıyla olaylara bakmak”. Adeta gökten, ebedî âlemden bir insanüstü varlığın dünyaya bakışı. Yolda ayağım tökezledi, düştüm… Kalk… Bu, dünyanın sonu değil ki. Geçmişte de nice devletler düştü, kalktı, sonra bir daha düştü, tekrar dirildi. Asla umutsuz olmamamız gerektiğini tarih bize haykırıp duruyor.
En mühim derdimiz, bir milletin yaşama kudretinin ne kadar hayatî olduğunu idrakte çektiğimiz sıkıntı. Bu halkın millet olma iddiasını nesiller boyunca yaşatmış olması. Zannetmeyin ki bunu her millet aynı güçte yaşatabilir. Biz tarihte bunu yaşayan ve yaşatmış ender milletlerdeniz. Çin bile Amerika, İngiltere ve Moğolların istilasına uğradı tarihinde ama bir şekilde kendini kurtarmayı başardı.
Milletlerin yaşama azmini kaybetmemesi neyle olur? Maddiyatla mı? Hayır. Sadece maddiyata ağırlık verirsen o millete ihanet etmiş olur, onu konfora, lükse alıştırırsın ki, bu sonunda aleyhine döner. Mühim olan o milletin manevî damarlarını açık tutabilmektir. Maddiyatı kontrolüne alabilecek örnek insanı yetiştirmektir. Bu insanı yetiştirebildiği takdirde bir millet beka sırrını çözmüş olur. Aksi halde İbn Haldun’un dediği gibi bir süre sonra dinamizmini yitirip başka milletlerin hakimiyeti altına girer.
Sezai Karakoç dünyaya metafizik bakış açısıyla bakıyordu dedik. Bir başka deyişle gökle bağlantısını koparmadan… Daha doğrusu Aliya’nın manidar deyişiyle “Gökyüzünün öğrencisi” olma vasfını koruyarak. Yeryüzünde bir talebe mantığıyla hareket edip gökyüzünün, semavî olanın öğrettiklerini tatbik uğruna çalışmak ve bu gayreti organize etmek…
Sezai Karakoç gibi mütefekkirler bize manevî dinamiklerin bir milletin yaşaması ve dirilmesinde ne kadar hayatî olduğunu öğretti. O ve nesli bunu öğretmeseydi belki de bugün bu meseleleri bu özgüvenle konuşmuyor olacaktık.
27.01.2022, muzakerat.com