Baharın Bursa’yı teşrifi biraz tuhaftır. Uludağ henüz karlara gömülüyken eteklerine inildikçe kesif beyaz örtü yer yer delinir, sonra o delikler giderek büyür, karları adalaştırır, ovaya karışırken de nazlı toprağın ak saçını okşaya okşaya göklere çekilir. Ardından sert bir lodos ve peşinden yağmurlar dökülür ki, gökkuşaklarında gerinen günlerin elemleri elenir.
Onsekizime yeni basmışım, adımlarım inişli yokuşlu Bursa caddelerine meydan okumakta. Kitapçıları nezarethaneme misafir edeli çok olmamış. Civciv yumurtayı gagalamakta sizin anlayacağınız…
Derken Timurtaş Camii’nin çaprazına düşen bayide tek yaprak bir gazeteye kement atıyor gözlerim. Başlığında gotik harflerle Diriliş yazılı. 250 kuruşu verip alıyorum. Tarih mi: 3 Nisan 1977.
‘Bu nasıl gazete böyle?’ demeye kalmıyor, habersiz manşete takılıyorum: “İnsanlığın alınyazısı bir çocuk”tan bahsediliyor. “O çocuğu bekliyoruz” diyor yazar ve “Dünyayı değiştirecek, yenileyecek, diriltecek çocuğu” diye de ekliyor sözlerine.
Verilenle yetinmeyip kendini aşan bir çocuktan bahsediyor, muştu gibi gelen, müjde ve umut ışığı getiren bir çocukmuş bu. Gayri ihtiyari ‘O çocuk ben olabilir miyim?’ diye geçiriyorum içimden. Sonra derlenip toplanıyorum.
Yazı gözlerimi vantuz gibi kendine çekiyor, kendimi bir çağrının tam göbeğinde buluyorum. Çocuklara, gençlere, müzmin ümitvarlara coşkun bir çağrıdır bu:
“Bir temel yükseltiyoruz. Geleceğin erleri onun üzerine diriliş kemerlerini ve kubbelerini oturtacaktır.
Ruhun ayasofyaları, süleymaniyeleri yükselecektir yeniden.
Diriliş mehteri, dünyanın ufkunu, metafiziğin marşıyla çınlatacaktır.
Pandorun kutusu kapanırken, ruhun şifa mücevherleri, saklı oldukları mahfazalarının kapaklarını zorlayacaklardır, dışarı çıkma günü gelen civcivin yumurtanın kabuğunu gagasıyla tık tık döğmesi gibi.”
Civciv, gaga, tık tık…
Yaşadığımın farkına o gün varmaya başladığımı itiraf ediyorum.
Yazı, Sezai Karakoç’a aitti.
Tam benim için yazılmıştı.
O çocuk olamadım belki ama sabırlı bir güneş gibi daima önümde yürüdü feneri.
Verilenle yetinmemeyi, kendimi aşmayı ve sorgulamayı, “kayıplardan, kaybolanlardan ürpermeyi” öğrenmeye soyunacak bir “diriliş eri” olmaktı artık gayem.
Olamadım belki ama Hac yolunda karınca misali yürümek de şerefli değil miydi?
Merhum Sezai Karakoç ile 3 Nisan 1977 tarihinde başlayan tanışıklığımız 16 Kasım 2021 günü dünya serüvenini noktalayacaktı. Ancak bitmeyecek bir koşuydu bu. Ruhlar için zaman ve mekânın tahdidi söz konusu değildi ki.
Şehzadebaşı Camii’nin zamanın buz gibi donduğu avlusuna emanet ettiğimiz Sezai Karakoç’un cenazesi yalnız o avluya değil, Türk irfanına da yerleşeceği münasip bir yer aradı durdu 60 yıl boyunca.
Bulabildi mi? Nerde! Onu istiab edecek bir zemin mevcut değildi ki bulsun.
Yine de cenaze namazını gördükten sonra umutsuz olmamalıyız diye düşündüm. Avluyu dolduran çoğu genç onbinler bu şiir ve şuurda cengaver amma hayatta derviş şahsiyetin taht kurduğu kalpler olarak huzurundaydı.
Orada ebediyet lodosları esiyor ve “Seni ancak ebediyetler eder istiab” mısraı sağanak halinde ruhlara yağıyordu.
Ne de olsa şair “Kapalıçarşı” şiirinde yağmurun ruhların içindeki müzikle karşılıklı yağdığını anlatmayı denememiş miydi?
23.11.2021, muzakerat.com