Silistre’den uçan bir çift güvercin
Şanlı Silistre. Nazlı Silistre. Kanlı Silistre. Atlasımızın bükülmez iğneleri olan minarelerin, gölgelerini “Gazi nehrimiz” Tuna’nın hafızasına emanet bıraktığı kale…
Gözyaşlarımızdan dökülen duaların diktiği gökkuşaklarının serdarı… Bayram günlerinde gönüllerimize uçurulan bir çift güvercinsin sen…
O gün Silistre’nin komutanı Sert Mehmed Paşa kelimelerini daha bir bileyleyerek döküyordu. “Hiç merak etmeyin.” diyordu umutsuzluk pınarından içmiş gözlere bakarak, “devletimiz bizi yalnız bırakmaz. Sadrazam şuracıkta, Şumnu’da. Dayanın. Gönlünüzü ferah tutun. Evvel Allah, Ruslar gelmeden yetişeceklerdir imdadımıza.”
Ne var ki, yardım bir türlü gelmiyor, daha da kötüsü, Rusların dağ tarafına yaptıkları yığınağın ardı arkası kesilmiyordu. Sessizliğin türküsü bir rüzgâr gibi esiyordu gözbebeklerinde. Yardım geciktikçe Mehmed Paşa’nın içi içini yiyordu. Yardım neden gecikmişti? Oysa Rus ordusu, işte toplarını dizmiş, kamplarını kurmuş, hücum hazırlıklarına başlamıştı. Gazi nehrimiz Tuna, o güne kadar şehre bir nevi nefes borusu ödevi görmüştü; ama Rusların onu kapmaları da an meselesiydi. Nitekim Ruslar başkomutanlarının gelmesiyle hücuma geçmişlerdi, Şumnu’daki Sadrazam İzzet Mehmed Paşa’dan çıt çıkmıyordu.
40 bin kişilik bir kuvvete malik bulunan Rusların 152 tane de ağır topu vardı. Mahsur kalan Osmanlı askerinin sayısı ise taş çatlasa 8 bini geçmiyordu. 40 bin Rus’a karşı 8 bin Mehmetçik’le savunulacaktı Silistre.
Surlarda gedikler açıldıkça hemen onarılıyor, dur durak bilmeyen hücumlar başarıyla püskürtülüyordu. Bazı akşamlar Sert Mehmed Paşa, yanına serdengeçtileri alıp kaleden dışarı çıkarak baskınlar düzenliyor, düşmanın moralini çökertmeye çalışıyordu. Kale harap olmuş, halk Allah’ın her günü başlarına düşen güllelerden bıkıp usanmış, artık ne olursa olsun teslim olunmasını istiyordu. Nitekim General Krasovski kaleye bir elçi gönderip boşuna direnmemelerini, o çok güvendikleri Sadrazam’ın ordusunun Şumnu’da yok edildiğini, bir an önce teslim olmazlarsa başlarına geleceklerden kendilerinin sorumlu olacağını bildirmişti.
Yıllardan 1829, aylardan Mayıs’tı. Silistre kalesine bahar bir türlü gelmek bilmiyordu. Kaledeki halk temsilcileri toplandı; komutandan kaleyi teslim etmesini istediler. Sert Mehmed Paşa, bu acı teklifi işitince içinde göçükler açıldığını hissetti. Demek onlar da, öyle mi? İşin garibi, şehrin valisi olan Ahmed Paşa da “teslimiyetçiler” arasındaydı. İyi de kendisi ne için ve kimin için savaşacaktı?
Biraz daha dişlerini sıkmalarını tavsiye etti onlara ve özel olarak eğitilmiş posta güvercinlerini getirtti. Kafesin içinden bir beyaz, bir de siyah güvercin seçti özenle. Üzerine birkaç cümle yazdığı notları güvercinlerin narin, kırmızı ayaklarına bağladı: “Ruslar, bozguna uğradığınızı söylüyor. Doğru mudur? Şayet doğruysa siyah güvercini, değilse beyaz güvercini geri yollayın.” Mesajın düşman eline geçmesi ihtimaline karşı geliştirdikleri şifreli haberleşme yöntemlerinden biriydi bu.
Güvercinler okşanıp sevildi ve Bismillah’larla salındı Şumnu canibine. O günden itibaren askerlerin gözleri umutla ufuklara dikiliyor, göklerde haziran sıcağının buharıyla görüntüleri titreşen kuşların arasında beyaz güvercinlerini arıyorlardı. Beyaz güvercin, ah beyaz güvercin, geri getir Silistre’nin umutlarını!
Günlerce gözlerini kısarak baktılar ufka. Zamanın petekleri acıya çalıyordu. Ya siyah güvercin gelirse?
Derken günlerden bir gün ufukta siyah güvercin belirdi. Havada taklalar atarak, derin kavisler çizerek bir burca konduğunda kara haber çoktan yayılmıştı şehre. Güvercinin ayağında gelen mesajda, üzgün olan Sadrazam, “Tâlih-i harb bize gülmedi. Artık Silistre’yi sana ve Allah’a emanet ediyorum.” diyerek gözyaşlarını azık olarak yolluyordu.
Kalenin etrafındaki kuşatma sanki bir kat daha sıkılaşmıştı. Ahali şimdiden denklerini hazırlamıştı bile. Panik Tuna’nın yeşilinde çınlıyordu. Bu gelişme üzerine Vali Ahmed Paşa komutanları topladı. Ellerinden geleni yaptıklarını, ancak kaleyi teslim etmekten başka çarelerinin kalmadığını söyledi. Komutanlar susuyor, sağanaklarını içlerine boşaltıyorlardı. Sonunda, suskunluk çölüne kamayı Sert Mehmed Paşa soktu.
“Bak Paşa” dedi tok bir sesle, “Gücenmece, darılmaca yok, tamam mı?” Vali, tamam der gibi baktı önüne. Bu “sert” ve “mert” paşanın neler söyleyebileceğini tahmin edebiliyordu. Mehmed Paşa’nın gür sesi odanın camlarını dövüyordu: “Bu kale ne senin, ne de benimdir. Devlet bizi buranın müdafaasına memur etti. Allah’tan ümit kesilmez. Binlerce şehidin kanıyla sulanmış bir kaleyi düşmana teslim edenler arasında yer alamam. Canımın hiç kıymeti yoktur. Yarın hepimiz öleceğiz. Ama ben şehit olarak ölmek isterim, esir olarak değil. Çocuklarım var, şimdi onlar da serhatlerin kim bilir hangi köşelerinde vatan için dövüşüyorlardır. Sonra onların yüzüne nasıl bakarım?”
“İyi söylersin Mehmed Paşa amma neyle savaşacağız? Görüyorsun, bir tutam barutumuz bile yok.” Vali’nin bu itirazı üzerine Mehmed Paşa’nın bir ırmak gibi coşkulu sesi mecliste bir tokat gibi patlayacaktı: “Topa karşı tüfekle, bombaya karşı süngüyle savaşacağız. Size bir saat mühlet. İyi düşünün. Gelmek istemeyenler kalede kalabilir. Kimse gelmese bile tek başıma kaleden çıkacak ve düşmanla savaşacağım.”
Hayret! Bir saat sonra eli silah tutan herkes, firesiz kale kapısının önünde hazırdı. Hava kararmıştı. Rivayete göre, o haziran akşamı Silistre semasını, melekler kanatlarıyla serinletiyordu. Kapı açılınca ucu alevli birer ok gibi fırladılar Rus istihkâmlarına doğru. Top tüfek yağmuru altında cepheden hücuma geçmişlerdi. Sert Mehmed Paşa kuşatma zincirinin göbeğine boşaltıyordu bütün nefesini. Sonunda neye uğradığını anlayamayan Rus birlikleri panik halinde geri çekilmiş, kale uzun zamandan beri ilk defa derin bir nefes almıştı. Dualar ve tekbirlerle gittiler; döndüklerinde tam 2 bin yoldaş muharibin şehadet şerbetini içtiğini fark ettiler.
Günün ışımasını beklediler sabırla. Sonra kaleden sessizce çıkıp meleklerin ellerine emanet ettikleri cenazeleri topladılar tek tek. Bir ara askerin birisinin, gömmeden önce eliyle arkadaşının yarasını yokladığına ve koynundaki En’am cüzünün üzerindeki kanın eline bulaştığına şahit olundu. Mehmetçiğin, cüzü şehit arkadaşının boynundan ihtimamla çıkardığı, kutsal bir emanetmişçesine kendi boynuna taktığı ve arkadaşını oracıkta kazdığı çukura bir tohum gibi emanet ettiği görüldü.
İstanbul’daki Askerî Müze’yi gezenler, teşhirdeki o kanlı cüzün arka yüzünde neler yazdığını göremezler. Oysa Balkanların kilidi olan Silistre’den uçurulmuş bir çift güvercin resmi yuva yapmıştır orada. Biri siyah, öbürü beyaz iki güvercin. Bu bayram günü hangisini geri yollamak yaraşırdı size?
Bugünün Silistre’leri, bugünün Mehmed Paşa’ları, bugünün siyah ve beyaz güvercinleri uzağınızda mı sanıyorsunuz? Eğitimin, bilginin, aşkın Silistre destanlarını yazmak için yola çıkan çağımızdaki ‘ufukların efendileri’ne, tarihin tarihte kalmadığını ispatladıkları için şükran ve minnet duygularıyla yazıldı bu yazı. Unutmayalım ki, bayramlar, geçmiş ve geleceğin bugünle kontrat yaptığı referandumlardır.
Do you want Search?
Random Post
Search
One Comment
cemrenur
2 Aralık 2010 at 17:57merhaba ben 8. sınıf öğrencisiyim.inlılar tarihinde bizlere vahdettnin bir hain olduhu ve ülkesini terk ettiği öğretiliyor ama benim araştırmalarıma göre vahdettin bir hain deil vatansever ancak korkak bir padişahtır.peki soruyorum size biz neye inanmalıyız? lütfen bana yardımcı olun mesajımı okumanız dileğiyle…