Suriye sınırının 90 yıldır kanayan yarası
Mayın tartışmaları, güney sınırımızı gündeme getirmiş oldu. Gerçekten de güney sınırımız nasıl çizilmişti ve neden tartışılmaktadır? Mondros, bilinenin tersine, modern Türkiye’nin temellerini atan antlaşmadır. Evet, Mondros’tan sonra işgal oldu olmasına ama bu, askerî değil, hukukî bir işgaldi.
Gerçi mütarekenin kimi hükümleri alabildiğine kötüye kullanılmıştı ama en azından savaşın durdurulması bile alkışlanacak bir başarıydı. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın “Minber” gazetesinde çıkan imzasız bir yazısında Mondros, onurlu bir “Osmanlı mütarekesi” sayılıyor, Almanya ve Avusturya’ya kıyasla ucuz kurtulduğumuz müjdeleniyordu. [1] Kasım 1918 tarihli “Minber”in “en büyük siyasi başarı” diye övdüğü Mondros, aslında Osmanlı’nın küçülerek ayakta kalma denemesiydi ki, Lozan Antlaşması, ateşkes sınırlarına ulaşmayı hedeflemiş ama bunu tam olarak başaramamıştı.
Mütarekede Suriye cephesinin durumu şuydu: Hatay-Halep-Cerablus hattı, Osmanlı-İngiliz sınırını oluşturuyordu. Bu hat, Misak-ı Milli’ye esas teşkil edecek, zaten Atatürk de bir konuşmasında (28 Aralık 1919) Antakya-Cerablus-Kerkük hattının “güney sınırımız”ı oluşturduğunu söyleyecekti. Sınırın çizilmesi yolundaki ilk somut adımlar Sevr’in ardından geldi. Dışişleri Bakanı Bekir Sami, Londra’da, Fransa Dışişleri Bakanı A. Briand ile bir antlaşma imzalarsa da, TBMM reddeder. Sakarya zaferi üzerine görüşmeler yeniden başlar. Tam Türkiye’nin Avrupa’nın mandası olması arzulanırken, bu defa Bolşeviklerin yörüngesine gireceği korkusu sarmıştır İtilaf güçlerini. Giderek güçlenen “Kemalistler”le güneydoğuda başa çıkamayacağını anlayan Fransa, uzlaşma çareleri arar. Senatör Franklin-Bouillon’un Ankara’daki görüşmeleri sonunda Fransa azınlıklar konusunda Misak-ı Milli maddesini kabul eder; buna karşılık Türkiye de güney sınırından taviz verecektir.
Buna göre Antakya hariç bugünkü sınırlar neredeyse aynen kabul ediliyordu. Daha da ilginci, Dışişleri Bakanı Yusuf Kemal (Tengirşenk), mayın tartışmasındakine benzer bir şekilde, antlaşmaya bir mektup ekleyecek ve Fransa’ya, Harşit Vadisi’ndeki demir, karbon ve gümüş madenlerinde Türk sermayesinin yüzde 50 oranında katılacağı 99 yıl süreli imtiyaz hakkı vaat edecekti. Bölgenin kaderi imtiyazlardan açılmıştır bir kere. O zaman 99 yıl, şimdi 44 yıl.
Ankara İtilafnamesi (20 Ekim 1921) adı verilen belge, iki tarafa da avantajlar sunuyordu. Fransızlar yılda 500 milyon frank döktükleri ve 5 bin asker bağladıkları Kilikya’nın yükünden kurtuluyor, Ankara ise varlığını ilk kez uluslararası bir belgeye geçirtmiş oluyordu. Ayrıca bu hamle İtilaf kuvvetlerini bölüyor, Ankara bu sayede birliklerini Batı cephesine naklediyordu. Büyük Taarruz öncesinde Fransa’dan yüklü miktarda silah satın aldığımızı, hatta Fransızların top ve uçaklarını bile hibe ettiklerini belirtelim.
Buraya kadar iyi, güzel de, unutulan bir nokta var: Suriye sınırı 1921’de “geçici” olarak belirlenmişti ve nihai barış antlaşmasında yeniden masaya yatırılacaktı. Ne var ki, Fransa, Lozan’da ısrarımıza rağmen sınırı tartışmaya açmadı. Böylece Ankara’da belirlenen geçici sınırlar, Lozan’ın 3. maddesinde kalıcı hale geldi; Hatay’ın anavatana katılmasına kadar da değişmedi. Beklenebileceği gibi yeni çizilen güney sınırımız TBMM’de topa tutulacaktır. En ağır eleştirilerden birini getiren Hasan Basri’ye (Çantay) göre, Ankara İtilafnamesi, millî haysiyet ve şerefimize yakışmayan bir hüsran ve esaret belgesidir: “Misak-ı Milli diyoruz. Ben Suriye ve çevresinin yabancılara verileceğini Misak-ı Milli’de görmedim. Bu memleketler yabancılara peşkeş çekilemez.” Bunun üzerine Mustafa Kemal Paşa kürsüye çıkar ve şu şoke eden cevabı verir: “Misak-ı Milli’mizde belirli ve tespit edilmiş bir sınır yoktur. Kuvvet ve kudretimizle tespit edeceğimiz çizgi, sınır çizgisi olacaktır.”
Net konuşalım: Lozan’da çizilen güney sınırı Misak-ı Milli’ye aykırıdır. [1] Nitekim meclis görüşmelerinde büyük şair Yahya Kemal, güney sınırımızın gelecekte bir “yara (ceriha) gibi kanayacağı” kehanetinde bulunmuştur. Şair gerçeği sezmiştir sezmesine ama yaranın günün birinde “mayın yarası”na dönüşeceğini herhalde tahmin edemezdi. Hem bugün Hasan Basri Bey hangi partinin sıralarında oturuyor dersiniz?
[1] Mustafa Budak, İdealden Gerçeğe, Küre Yay., 2003, s. 257.
07 Haziran 2009, Pazar