Tarih ve ölüm
Tarihe yeniden ilgi duymaya başlar ‘gibi olduğumuz’ şu günlerde zihnimi en çok meşgul eden soruyu şöyle ortaya koyabilirim: “Yoksa tarihi ‘ölü bir nesne’ olarak algılayan Batılılara yeterince benzedik mi?” Başka deyişle, “Tarihi bir nesne olarak karşımıza koymaya cesaret ettiğimize göre yeterince Batılılaştık veya modernleştik mi?”
Michel de Certeau, The Writing of History (Tarihin Yazımı) adlı eserinde Batı’nın “ölüm”le ilgili kadim takıntısının modern tarih anlayışını meyve verdiğini kuvetli delillerle işler. İlerleme, paradoksal olarak tarihi gündeme getirecek, geçmiş, tarihçinin önünde paralel bir şekilde artan bir veri yığını dökecektir. Kendi ifademle söylemem gerekirse, ilerleme zamanı yutacak, tarihçilik ise bu ölü nesneleri hayata katmaya uğraşacaktır: Ölüm için mücadele ile ölüme karşı mücadele el ele vermiştir modernleşme sürecinde. İşte modern tarih bilinci bu diyalektikten fışkırmaktadır.
De Certeau’nun bu tesbitinden yola çıkarsak, artık bizim için de tarihin hızlandığını ve geçmişin hızla ölü hale gelmekte olduğunu söyleyebiliriz. Bırakın birkaç yüzyıl öncesini, şurada 90 yıl öncesinde var olan Abdülhamid dönemi, üç çeyrek asır öncesine kadar memleketin kaderini belirleyen İttihad ve Terakki, 1920’li ve 30’lu yılların ulus kurma mücadelesi, dahasını söyleyelim 40 yıl önce iktidarda olan Menderes’li yıllar bile yavaş yavaş üzerimizdeki etkisini yitirmekte ve ölü birer nesne konumuna doğru itilmekte, basılan sararmış fotoğrafların ardından hüzünle tebessüm etmektedir.
Bütün bu düşünceler de nereden icap etti? diyeceksiniz haklı olarak. Sevgili ağabeyim İsmail Kara’nın Dergah’ta yayımlanan “Tarih ve Hurafe: Çağdaş İslam Düşüncesinde Tarih Telakkisi” (sayı: 105, Kasım 1998) başlıklı önemli yazısını okurken Namık Kemal’den aktardığı düşünceler ilgimi çekti. Batı’daki birçok kavramı oldukça erken bir dönemde cüretkarca kullanan Namık Kemal, “İstikbal” adlı makalesinde geçmiş (mazi) ile ilgili olarak şunları söylüyor: “Layıkıyla düşünülsün: İnsanın hayatı yalnız istikbalden ibaret değil midir? Mazi nedir? Bir mevt-i ebedi. Hal nedir? Bir nefes-i vapesin. Gerek ferd içün gerek cemiyet içün mazi mes’ud imiş, şanlı imiş, bugüne ne faidesi görülür?”
İlginçtir, burada N. Kemal’in bir yandan M. de Certeau’nun tesbitine yaraşır düzeyde “Batılı” bir gözlükle tarihe ve bugüne bakmaya çalışmaktadır. Geçmiş ebedi bir ölümdür (mevt-i ebedi) ona göre ve “saatin rakkası” ne durdurulabilir, ne de maziye döndürülebilir; istikbalimizden emindir ve “alemin her cihetinde zuhur eden asar-ı terakkiyatı telakkiye memur” olduğumuz iddiasındadır.
Oysa diyor İsmail Kara, “Hemen bütün geleneksel kültürlerde olduğu gibi İslam kültüründe de insanın kendisini konumlandırması ve geleceğini inşa etmesi sürecinde yaslanacağı ve güç devşireceği temel ‘zaman’ kavramı mazi, yani geçmiştir. Gelecek ise başta, kutsal metinlerde “yarın” kelimesiyle çokça yakınlaştırılan Kıyamet’i hatırlattığı için ve buna bağlı olarak gittikçe seyrelen ve eriyen bir dünyayı, bir kayboluşu ifade ettiği için, zayıf, emniyet telkin etmeyen, karanlık ve ürkütücüdür.” Kara’ya göre modern İslam düşüncesinde bu birisi olumlu, diğeri olumsuz iki zaman kavramı “taşıdıkları dini ve sosyal değerleri itibariyle” yer değiştirmiştir ki, N. Kemal’inkiler başta olmak üzere pek çok düşünür modernleşme sürecinin hızlanmasına paralel olarak bu doğrultuda dozu giderek “istikbal” lehine artan görüşler serdetmişlerdir.
Velhasıl tarihimiz öldükçe dirilmektedir!
Yahya Kemal de hata yapar!
Son günlerde matbaanın Türkiye’ye giriş macerasıyla ilgileniyorum ya, epeyce kitap ve dergi karıştırdım ve konuyla ilgili çuvallarla yanlış tesbit ettim. Bu yanlışlar genellikle insanların kendilerine göre güvendikleri kişilerin yaptığı hataların sonrakilerce tahkik edilmeden tekrarlanmasından oluşuyordu.
Yahya Kemal de Edebiyata Dair adlı eserinde (İst. 1971, s. 188) Müteferrika’nın Nevşehirli İbrahim Paşa’nın desteğiyle kurduğu ilk Türk matbaasının Patrona İsyanı’nda ortadan kaldırıldığını ve bu yüzden “bir asırlık bir karanlığa” daldığımızı söyler. Ardından da ihtilalcı takımından ziyade matbaayı yeniden kurmakta ihmalkar davranan devlet adamlarını itham eder.
Yahya Kemal’e güvenmeyip de kime güveneceğiz? diye düşünen pek çok insan hala Patrona Halil ve yandaşlarına yükler bir asırlık karanlığa dalışımızın sorumluluğunu. Oysa bakın değerli tarihçi İsmail Hakkı Uzunçarşılı bu konuda neler diyor: “Basıldıklarını gösterdiğimiz yukarıdaki eserler, III. Ahmed ve damadı İbrahim Paşa zamanında basılmış olup, Patrona ısyanı ve I. Mahmud’un cülusu üzerine yine neşriyata devam etmiştir. Nitekim bu tarihte matbaanın dokuzuncu eseri olarak� Usul-ül hikem fi nizami’l-alem ismiyle basılan kitab� I. Mahmud’un arzusiyle kaleme alınıp tabedilmiştir.” (Osmanlı Tarihi, Ank. 1983, c. IV, Kısım 2, s. 516-7)
Keza Niyazi Berkes de Türkiye’de Çağdaşlaşma adlı eserinde Patrona ayaklanmasında matbaanın kapanması yönünde istek bile öne sürülmediğini, Yahya Kemal’in dediği şekilde “kaldırılması” bir yana, kapatılması gibi bir olayın da hiç bir yerde kaydedilmediğini söyler. Başka bir makalesinde ise matbaanın bu isyandan çok sonra kapanmasının sebebini, yine Batılı bir kaynağa dayanarak çalışacak usta işçi bulunamamasına bağlar.
Tarihi, “olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa öyle anlamak” için gerçek tarih araştırmacılarına ihtiyacımız var. Edebiyatçılar ufuk açarlar; ancak açtıkları ufka gölgelerini cömertçe saldıkları da nadirattan değildir.
Herkesin resmi tarihi kendine!
Tarih Vakfı her ay Tarihçinin Mutfağı adı altında bir toplantı düzenliyor. Geçen ayın konuğu, Prof. Ahmet Yaşar Ocak, tarihçilikte önyargılardan kurtulmanın önemi üzerinde durmuş. Konuşmasında ilgimi çeken bir parçayı sizlerle paylaşmak istedim:
“Bence Türkiye’de bir tek resmi tarih yok. Her kesimin kendine göre ayrı bir resmi tarihi var� Örneğin Türkiye’de Batıcıların, muhafazakarların, Kemalistlerin, İslamcıların, ayrı ayrı resmi tarihleri var. Sünniler ve Aleviler de kendi tarihlerini oluşturmuşlar� Tarih kendini nasıl anlatıyorsa, olaylar kendilerini nasıl sunuyorlarsa o şekilde onlara yaklaşmak lazım. Bunu yapamadığımız için Türkiye’de bugüne kadar her kesimin kendine göre bir resmi tarihi oluşuyor.”
Değerli tarihçimizin bu sözlerini bu yıl giderek yoğunlaşacak olan Osmanlı tartışmalarına uygulayın, eminim ilginç sonuçlar çıkaracaksınız.