Tayyip Erdoğan ve matbaa savaşları
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 12 Ekim 2005 tarihli gazetelere yansıyan, vaktiyle matbaanın geç gelmesine sebep olanlarla bugün yabancı sermaye düşmanlığı yapanları özdeşleştirip suçladığı konuşma, matbaa tartışmasının Türkiye’de hiç bitmeyeceğini, bitemeyeceğini bir kere daha hatırlatmış oldu.
İbrahim Müteferrika, Gutenberg’in 1454’teki icadından 273 yıl sonra, 1727’de İstanbul’da ilk Arap harfli matbaayı kurdu ama o günden bu yana geçen 278 yılda mesele iyice çığrından çıktı ve “matbaanın geç gelmesi” klişesi, bütün geriliklerimizin baş sorumlusu haline getirildi. Klişe dedim ama aslında bir dogma, bir nas gibi, hatta siyasî bir enstrüman, bir savaş baltası gibi eline geçenin karşı tarafa salladığı bir oyuncak bomba haline geldi. Bu da bizi, matbaa meselesinde tarihî bir hadiseyi mi tartışıyoruz, yoksa Türkiye’de siyaset yapma tarzlarını mı inceliyoruz gibi tuhaf bir ikilemin boynuzlarına bağlıyor.
Velhasıl, Türkiye’de gerçekten mevzilerine sığınmış, siperlerine sahip çıkan ve o mevzilerde direnenlerin teşkil ettiği bir kamplaşma olup olmadığından iyice şüpheye düşüyor insan. Yani kim nerede duruyor? Nereyi savunuyor? Neye sahip çıkıyor? Hatlar alabildiğine karışıyor birbirine.
Nitekim vaktiyle Mesut Yılmaz da, tıpkı Erdoğan gibi matbaa silahını kullanmıştı: Şöyle demişti 4 Ağustos 2001 tarihli ANAP Kongresi’nde: “Bugün statükoyu savunup değişime karşı direnenler, bir zamanlar matbaaya karşı direnenlerle aynı safta yer alıyorlar.” Başbakan Erdoğan’ın tam 4 yıl sonra, bir zamanlar kendisine karşı kullanılan bu silahı bu defa CHP’ye doğrultmuş olması, Türkiye’de siyasetin tarihi nasıl istihdam ettiğiyle ilgili bir fikir veriyor olsa gerek.
Vaktiyle bir araştırma yapmış ve matbaa hakkında kimlerin ne dediğini çıkarmıştım. İşte bazı ünlülerin matbaa hakkındaki incileri:
Ahmet Refik: İstanbul’da matbaa açmak, o devirde, güç bir şeydi. Evvelâ hocalar ayaklanacaklardı. Bunlar din kitapları basmak günahtır diyecekler, birçok cahilleri kendilerine uyduracaklar, ortalığı fesada vereceklerdi. Sonra, hattatlar da ayaklanacaklardı. Çünkü kitap basılacak olursa, kimse yüzlerce lira verip kitap yazdırmayacaktı. Onların da kârları ellerinden gidecekti.
Yılmaz Öztuna: Matbaa büyük bir sosyal problem yaratıyordu. Onbinlerce hattat işsiz kalacaktı. Onun için [Şeyhülislam] Abdullah Efendi’nin çok akıllıca bir görüşle kaleme aldığı fetvâsında, din kitaplarının basılması yasaklanmıştı. Hattatlar, hiç olmazsa bu alanda işlerine devam edebilmeliydiler.
Necip Fazıl: Matbaaya küfür fetvâsı verilmiştir. “İlmi kitapla bağlayınız!” hadîsi dururken… (Yolumuz, Halimiz, Çaremiz, İstanbul 1977, b.d. yayınları, s. 114.)
Orhan Koloğlu 1: Sultan III. Ahmet ve Sadrazamının yeniliklerine tepki olarak yapıldığı ileri sürülen Patrona Halil hareketinin de, Müteferrika basımevine hiç dokunmaması ve basımevinin ondan sonra da yayınına olaysız devam etmesi bu genel hoşgörünün kanıtıdır… Ne Patrona ne de sonraki ayaklanmalarda basımevine saldırmayı düşünen çıkmadı. (Basımevi ve Basının Gecikme Sebepleri ve Sonuçları, İst. 1987, s. 27 ve 54.)
Orhan Koloğlu 2: 250 sene evvel İbrahim Müteferrika’nın matbaasını bastık, perişan ettik… Matbaayı basmamızın sebebi de şuydu: O tarihte İbn Rüşd’ün Aristo’yu algılayışını anlatan bir kitap basılmıştı… “Yav, din elden gidiyor” diye matbaayı bastık. (700. Yılında Osmanlı, İst. 1999, Sabah Yayınları, s. 123).
Yaşar Nuri Öztürk: Koca Osmanlı İmparatorluğu’nu bu kafalar yıktı. Matbaanın İstanbul’a 200 küsur sene geç gelmesine bu kafalar sebep oldu. Bizim Peygamberimiz “İlim Çin’de de olsa gidin alın” diyor. Bunlar ayaklarına geldiği halde kaldırıp attılar. Şimdi bakın, Avrupa’yla bizim aramızdaki fark, matbaanın bize geç geldiği süre kadardır. 200 küsur yıl… (Star, 3 Ağustos 2003).
Görüldüğü gibi siyasetçisinden tarihçisine, ilahiyatçısından köşe yazarına kadar bütün bir aydın kadromuz matbaa meselesinde mükemmel bir ittifak içerisinde. Herkes matbaayı geç getirenlere karşı, herkes burnundan soluyor, herkes ateşli bir şekilde günah keçisini arıyor. İslamcısı, solcusu, liberali, milliyetçisi, iş matbaaya geldi mi, aralarındaki farkları unutup toplarını paralel kılabiliyorlar sorun çıkarmadan. Kime karşı peki? Sesi soluğu çıkmayan, elleri ve ağzı bağlanmış olan din adamları (ulema) ve hattatlara karşı. Yani herkes uzaya gitmek istedi de, bu iki zümre mi engel oldu kendilerine? Bu nasıl bir mantıktır, daha doğrusu mantıksızlıktır? Bütün toplum ileriye gitmek istemiş ve o koca toplumu bu bir avuç “yobaz” durdurmayı başarmıştır! Doğrusu, helal olsun onlara bunu yapabildilerse.
Bu konudaki temel tezlerimin bir kısmını şöyle toparlayayım:
1. Kimse din kitaplarını yasaklamış değildir. Şeyhülislama gelen dilekçenin kendisi zaten gramer, coğrafya, tarih, matematik vb. kitapları basacağını, yani dinî kitaplar alanına girmeyeceğini yazmaktadır. Bu şekilde önüne gelen bir dilekçeye Şeyhülislamın ‘Neden dinî kitaplar da basmıyorsunuz?’ diye itiraz etmesi, en başta fetva mantığına uygun düşmezdi.
2. Osmanlı kaynaklarında hattatların ayaklanmasına dair bir bilgi yok. Ayrıca onbinlerce veya 90 bin hattatın yaşadığından bahsedilen İstanbul’un o zamanki nüfusu zaten 500 bin civarındadır. Her hattatın 5 kişilik bir aileye baktığı düşünülürse 450 bin nüfusu geçindirdikleri gibi saçma ötesi bir durum çıkar ortaya ki, bu iddiaya, hattatların şehrin ismini “Hattatistanbul” olarak değiştirilmesi önergesini Divan-ı Hümayun’a ilettikleri gibi muhteşem kuyruk ilave etmemizde herhangi bir sakınca bulunmamaktadır!
3. Necip Fazıl’a rağmen, ulema matbaaya küfür fetvası vermiş değildir. Nitekim ilk basılan kitabın başına 11 din adamının önsöz yazması ve matbaayı övmeleri bunun en çarpıcı kanıtıdır.
4. Artık ulemayı da, hattatları da rahat bırakalım ve şapkamızı önümüze koyup düşünelim: Bugün bunca matbaamız olmasına rağmen Cemil Meriç’in kitapları 500 adet basılıyor ve birkaç yılda zor satılıyorsa sorun zannettiğimizden çok daha derindedir. Suçu birilerinin üzerine atarak sorumluluktan paçayı sıyıramayız. Unutmayalım: Bu toplum bugün hangi gerekçelerle kitaba mesafeli duruyorsa 200 yıl önce de aynı gerekçeler, hem de fazlasıyla, mevcuttu.
En iyisi bu konuda bir otoriteye başvurmak. Bakın İlber Ortaylı ne diyor:
“Matbaa gelip de kafa gelişiyor, gibi bir şey düşünmek yanlış. Yani bir toplum üretiyor, yazıyor, bunu çok okutuyor, çok okuyor ve talep ediyorsa burada matbaayı belirli zümreler yasaklasa bile Venedik’ten basılır gelir. Çünkü dışarıda matbaalar var; ama bu toplum zaten fazla okumamış. Bunu itiraf edemediğimiz için kabahati yobazda arıyoruz. Biz okumuyoruz kardeşim bir kere. Bu da 50 senelik bir hastalık değil, 500 senelik bir hastalık.”
Yüzleşmekten kaçındığımız o derin mesele biraz anlaşıldı mı acaba?
Do you want Search?
Random Post
Search