Osmanlı tarihi tam bir laboratuvardır. İçinde binbir cins insan, vaka, kurum kaynar. İş, onları ayırt edebilmekte ve bugüne getirebilmektedir.
İşte bundan 313 yıl önce vuku bulan “Edirne Vak’ası” veya Padişah II. Mustafa’yı avucuna almış olan Şeyhülislam Feyzullah Efendi ve ekibinin ibretlik akibeti bu çarpıcı vakalardan biri olarak hatırlanmaya değer.
Osmanlı tarihlerinde genellikle “hain” ve “nankör” yeniçerilerin veya “fitne ve fesad ehli”nin marifetlerinden biri olarak zikredilen bu olay, aslında Osmanlı toplum yapısının 18. yüzyıl başında arzettiği zengin ve karmaşık manzaraya ve iktidarı ele geçirmeye, bunun için de padişahı tesiri altına almaya şartlanmış din adamlarının varlığına dair son derece öğretici olaylarla doludur.
1703 yılında İstanbul’da esnaf, yeniçeriler, bürokratlar, ulema, kısacası başkentin hemen bütün kesimleri, uzun bir ihmal edilmişlik döneminin ardından epeyce zamandır Edirne’de oturan padişah II. Mustafa’ya kendi meseleleriyle ilgilenmesi için topluca müracaat ederler. Ancak padişahı halktan tecrit eden demir duvarı delemezler bir türlü. Zamanın Şeyhülislâmı Feyzullah Efendi, padişahı Edirne’ye çekmiş ve orada kurduğu mekanizma ile örümcek gibi ağına almış ve halktan tamamen tecrit etmiştir (Silahdar Tarihi’nde padişaha büyü yaptığı, “sihirbaz” olduğu bile söylenir).
Halktan gelecek taleplere çözüm bulma mekanizmasının başında bulunan ve iktidara geldiğinde yayınladığı beyanname ile Kanuni gibi bir padişahın devrine dönmeyi gaye edindiğini ilan eden II. Mustafa’nın şahsına büyük ümitler bağlanmış, bu enerjik bir padişahın bir ‘sihirbaz’ Şeyhülislam tarafından böylesine halktan tecrit edilmiş olması, bir süre sonra bendin arkasında biriken taleplerin patlamasıyla sonuçlanacaktır.
1703 tarihinde Naimâ’nın deyişiyle “sonsuz bir denize” benzeyen onbinlerce insan, İstanbul’dan Edirne’ye doğru yürüyüşe geçerler. Naima’nın deyişiyle “Etraftan müctemi’ olan eşhâs-ı muhtelife ile cemiyet kâh bahr-i bî-pâyâna dönüp…” Bkz. Târih-i Naîmâ, cilt: 6, Matbaa-i Âmire, 1283, lahika, s. 21-22.)
Edirne’ye gidip Padişah ile “pazarlık” yapmaktır asıl gayeleri. İstanbul’da kendi aralarında isimlerini kararlaştırdıkları yöneticilerin istedikleri görevlere tayin edilmesini, vergilerin düşürülmesini ve padişahın artık fiilen alternatif başkent ilan ettiği Edirne’de değil, asıl payitaht olan İstanbul’da oturmasını istemektedirler.
Onbinler Edirne yolunda
Edirne’den bir ordu yola çıkar ‘âsiler’ üzerine. İstanbul’dan revan olan onbinler ise nicedir yollardadır.
Çorlu yakınlarında karşılaşan iki ordunun; Edirne’deki Padişah’ın ordusu ile İstanbul’dan yola düşen başkent kuvvetlerinin çarpışmasına ramak kalmıştır. Ancak tam bu aşamada hadisenin ciddiyetinden haberdar olan Sultan II. Mustafa, İstanbul’dan kopan ayaklanmacıların “kabine” değişikliği talebini ve kendi seçtikleri ekibin işbaşına getirilmesi isteklerini öğrenir öğrenmez uzlaşmaya varmak yerine kesin bir dille reddeder. ‘Siz kim oluyorsunuz?’ tavrını takınır.
Lakin bu defa hadise, basit bir yeniçeri ayaklanması değildir. Farklı toplumsal kesimlerin birbirine kenetlendiği geniş bir cephe hareketinin duvarına çarptığını neden sonra anlayacaktır Padişah.
Sonuçta “âsiler”, Edirne civarında yaptıkları bir çadır toplantısında, “uyumlu çalışamayacaklarını” anladıkları Padişah II. Mustafa’yı tahttan indirmeye karar verir ve bu cemiyetin isteklerini kabul ettiğini bildirip İstanbul’da oturacağına söz vermek şartıyla Lale Devri’nin meşhur sultanı III. Ahmed’i tahta çıkarırlar. Vergileri düşüreceğine, istedikleri adamları kritik makamlara atayacağına ve İstanbul’da oturacağına Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettirirler.
Böylece İstanbul’a yatırımların yeniden artacağı Lale Devri’nin tohumları 1703 yılında Çorlu yakınlarında atılmış olur.
Tarihçi Naimâ’ya göre bu kritik Edirne toplantısında Çalık Ahmed adlı Yeniçeri Ağası (ki general rütbesindedir), saltanatın kaldırılabileceğini ve bir “cumhur cemiyeti ve tecemmu devleti”nin, yani halkın seçimine dayalı bir yönetim şeklinin getirilebileceğini dahi telaffuz etmiştir. Bu tehlikeli sözün içerdiği radikallikten ürken tarihçimiz Naima, Çalık Ahmed Ağa’yı fesat çıkarmakla itham ederek üzerini kapatır olayın. Lakin laf bir kere ağızdan çıkmıştır. Cumhuriyet kelimesi (cumhur cemiyeti) ilk kez burada dile getirilmiştir. Çalık Ahmed Ağa’nın aklına ‘cumhur devleti’ ifadesi seçimle işbaşına gelen Cezayir ‘dayı’larından gelmiş olması muhtemeldir.
İşte 18. yüzyılın başındayızdır ve Fransız İhtilali’ne tam 86 yıl vardır.
Osmanlı Devleti bünyesinde bir yeniçeri ağası, Cumhuriyet’ten, seçimden bahsediyor. Bu bir tesadüf olabilir mi? Olmadığını, 17 Ağustos 1703 tarihli Edirne toplantısını 23 Nisan 1920 tarihli Ankara toplantısına bağlayan 217 yıllık paslı zinciri Lowehthal’ın sözünü ettiği o yabancı ülkeden geri getirdiğimizde daha iyi fark edeceğiz.
Bir Şeyhülislamın akibeti
Peki Şeyhülislam Feyzullah Efendi’nin akibeti?
Erzurumlu Feyzullah Efendi Padişah’ı etkileyerek iktidara öylesine kuvvetle yapışmıştır ki, nüfuzu tahmin edilebilecek sınırların ötesine geçmiştir. Mesela:
Protokolde Veziriazam’ın önüne geçmiş,
Atamaları bizzat kendisi yapmış, Veziriazamlar ondan habersiz iş yapamaz hale gelmiş,
Akçalı işlere de müdahale etmiş ve “rüşvetlerden ve gelen bol hediyelerden başka elini devlet hazinesinin içine sokacak kadar küçüklük göstermiş” (Uzunçarşılı, s. 484),
Büyük oğluna zengin arpalıklar bağlatmış, mukataa gelirlerini kendisine ve ailesine malikâne olarak tahsis ettirmiş,
Bağlılarına bol bol memuriyetler ve rütbeler almış,
Büyük oğlu Fethullah Efendi’yi yükselterek kendisinden sonra Şeyhülislam yapmak istemiş,
Ortanca oğlunu kazasker, 18 yaşındaki küçük oğlunu ise kadı tayin ettirmişti.
Böylece devleti içeriden ele geçiren Şeyhülislah Feyzullah Efendi, tam bir kadro ile iktidara ortak olmuş, Padişahı avucuna aldığı yetmezmiş gibi bütün devlet mekanizmasına hakim olmuş, ulema silsilesinden tutun da vezir ve beylerbeyiliğe kadar yüksek hizmetlere adamlarını getirmiş, böylece adeta devlet içinde bir hanedan kurmak suretiyle devleti ele geçirmişti.
İşte 1703 yılında İstanbul’da başlayan ayaklanma, Edirne’de temerküz eden bu FETÖ benzeri yapılanmanın saadet zincirini kırmış, önce padişahı bu tehlike hususunda ikna etmek istemiş, başaramayınca da onu devirip Şehzade Ahmed ile yoluna devam etmeye karar vermişti.
Akibet? Onu diyordum: Edirne’de ele geçirilen Feyzullah Efendi burada önce hapsedildi. İşkencelere tabi tutuldu. Mallarının ve parasının yerini ne kendisine ne de evlatlarına söyletmeye muvaffak olabildiler. Dünya kadar serveti vardı oysa.
Seyyid olduğunu iddia ediyordu ama bunun sahte olduğu anlaşıldı. Başından yeşil sarık alındı, bir hamal beygirine bindirilip Bitpazarı’nı getirilerek orada katlolundu.
Bundan sonrası daha da feci. Ayak takımından birileri cesedinin ayağına ip bağlayıp sürükleyerek Tunca nehrine attılar. Kesik başı ise bir sırığın ucunda gezdirildikten sonra Tunca nehrine atıldı. Sevenleri sonradan cesedini nehirden çıkartarak gizlice Sitti Sultan Camii civarına gömdüler.
Osmanlı tarihinde sarayı ve devleti ele geçiren Şeyhülislam Feyzullah Efendi dönemi 3 Eylül 1703 günü sona ermişti.
Meraklısına notlar:
Tarihimizin kırılma noktalarından birisi olan 1703 Edirne Vakası hakkında yapılan tek bilimsel araştırma, hâlâ Rifa’at Ali Abou-El-Haj’a aittir ve hala dilimize çevrilmeyi beklemektedir: The 1703 Rebellion and the Structure of Ottoman Politics, İstanbul 1984, Hollanda Arkeoloji Enstitüsü Yayınları.
Türkçe Osmanlı tarihlerinde bu olayın asıl boyutunu örterek dahi olsa, derli toplu aktaran kaynaklardan birisi için bkz. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, IV. Cilt, 1. Kısım: Karlofça Anlaşması’ndan XVIII. Yüzyılın Sonlarına Kadar, 5. baskı, Ankara 1995, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 24-25.
Edirne Vakası’na ve Çalık Ahmed Ağa’ya dikkati çeken Türkçe bir yazı için bkz. Mithat Sertoğlu, “287 yıl evvel Cumhuriyet uğruna kellesini veren paşa…”, Tarihten Sohbetler, Ankara 1994, Türk Tarih Kurumu Yayınları, s. 78- 85.