lardan 1883, aylardan Mayıs’tır… Tam tarihi 12 Mayıs 1883…. Almanya bayrağı bugün Namibya adını verdikleri Güneybatı Afrika kıyılarında dalgalanmaya başlar. Herero ve Nama adlı yerli halklar direnişe geçince öfkelenen Almanya bir imha savaşı başlatır. Sonuç her bakımdan korkunçtur. İnşa edilen toplama kamplarındaki zavallı yerliler sistematik olarak zorla çalıştırılmış ve aç bırakılmak suretiyle ölüme mahkûm edilmiştir. İşin dikkate değer yanı şudur ki, korkunç toplama kamplarını yöneten asker ve bürokratlar ve onlara ilham kaynağı olan ırk teorileri yaklaşık yarım asır sonra bu defa Naziliğin oluşumunda da can alıcı bir rol oynayacaktır.
David Olusoga ve Casper W. Erichsen’in Kaiser’in Holokostu: Almanya’nın Unutulan Soykırımı (The Kaiser’s Holocaust: Germany’sı Forgotten Genocide) adlı ortak çalışmalarında buldukları şok edici arşiv belgeleri Nazizm ile Afrika’daki mezalim arasında olağanüstü bağlantılar kuruyor. Bu belgeler bir asırdır keyfi bir şekilde inkâr ediliyor ve Almanya, tarihindeki bu soykırımla yüzleşmeye yanaşmıyordu.
İlk baskısı 2011 yılında çıkan ve Almanya’nın Namibya soykırımını gözler önüne seren Kaiser’in Holokostu’nun arka kapağından aldım bu sözleri. Kitap henüz Türkçe’ye çevrilmedi. Oysa tam da ‘Ermeni Soykırımı’ tartışmalarıyla dalgalandığımız şu demlerde bir yaraya merhem olabilirdi.
Öte yandan Batı kamuoyundaki yaygın saptırmalardan biri de Hitler’in sözde ‘Ermeni Soykırımı’nı ima ettiği söylenen ama gerçeği bir türlü ispatlanamayan ‘Hem Ermenilerin yaşadıklarını kim hatırlıyor ki?’ sözüdür. Hitler güya bu sözüyle, dünyanın 1915’de Osmanlının Ermeni Tehciri’ni çoktan unuttuğunu, kendilerininkini de unutacağını kastediyormuş.
Hitler’in bu sözleri söyleyip söylemediği bir yana, Kaiser’in Holokostu şu gerçeği net olarak ortaya koyuyor: Hitler’in Yahudi Soykırımı’nın kaynağı, ideolojisi ve tatbikatıyla yine Almanya’dır ve Avrupa’nın hunhar zihniyeti topu taca, yani Osmanlı’ya atarak bu kanlı bataklıktan çıkamaz.
Ve çok rica ediyoruz, bizim ders kitaplarımız da dut yemiş bülbül kesilmesinler Avrupa’nın katliamları söz konusu olunca. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan 29 Nisan tarihli Kut’ul Amare konuşmasında “Bizim tarihimizi İngilizler düzenlemiştir” demişti. Yalnız ‘bizim’, yani Türkiye’nin değil, Arap ve diğer İslam ülkelerinin, aynı zamanda sömürgeleştirdikleri diğer ülkelerin tarihlerini de İngilizler-Fransızlar çalıp yerine kendilerini aklayan, kendilerinden öncekileri karalayan tipik sömürgeci tarih kitaplarını geçirdiler. Jack Goody’nin deyişiyle ‘tarih hırsızlığı’ yaptılar.
İyi ama zemmettiğimiz bu çarpık anlayış tarih kitaplarımızda hala yaşıyorsa ne yapmalı? Kimse kusura bakmasın, Rönesans’tan itibaren Avrupa’yı çamaşır sularıyla gıcır gıcır temizleyen ama kendi tarihinde minnacık hata bulsa üzerine çullanan sakat anlayışın ‘Türk’ veya yerli olduğunu hiç kimse söyleyemez. Ders kitaplarımızda Avrupa’nın keşif seferleri ve sömürgecilik marifetlerinin sade suya tirit bir üslupla anlatılması ise olacak şey değildir.
Cemil Meriç’in o sözü tam da bu derin maluliyetimiz için söylenmiştir:
“Tarih kitaplarımız Haçlıların en büyük zaferidir.”
Cezayir katliamı unutulmaz
Hangi birini sayalım dostlar.
İngiltere’nin Hindistan’da, İspanya’nın Güney Amerika’da, Belçika’nın Kongo’da, Fransa’nın Vietnam, Suriye, Tunus ve Cezayir’de, Rusların Polonya’dan Kırım’a kadar engin bir coğrafyada gerçekleştirdikleri katliamlar dizisine, Amerika, Avustralya ve Kanada’nın yerlilerden temizlenmesi harekâtına şöyle bir değinmek için bile onlarca yazı kaleme almak gerekir.
En iyisi bu giderek meraret kesb eden bahsi Belçika Kongo’sunda idama hazırlanan 8-9 yaşlarındaki zenci çocuğun bakışlarına emanet edip Fransa’nın Cezayir’deki katliamlarına geçeyim.
Şunu peşin olarak söyleyelim ki, tıp kurumları da sömürgecilerle kol kola yerli halkı sindirmek için seferber edilmişlerdi ve mesela Pasteur’ün Paris’teki ünlü Enstitüsü yerlileri ilaçlarıyla büyülemek ve sömürene itaat ettirmekle yükümlüydü. Tıp bilimi ve kurumları, Marc Ferro’nun dediği gibi emperyalizmin doğrudan hizmetindeydi.
Size garip gelecek ama Cezayir’de ‘doktor katliamları’ yaşandığını biliyor muyuz? Çaktırmadan hastane ölümleri yani… Sevgili Franz Fanon’un deyişiyle Avrupalı doktor sömürgeci güçlerle en korkunç ve en aşağılatıcı işlerinde tamamen mesleki konular içinde kalarak işbirliği yapar. “Hakikat serumu” diye alay ettikleri serumu verip şuuru bulandırmalar, işkence seansları sonunda perişan haldeki insanları ilaçlarla yeni işkencelere tıbben hazırlamalar, ameliyat masasında baygın vaziyette sırlarını söyleyen hastayı polise ‘koşun koşun, konuşturun’ diye ihbar etmeler vs…
Cezayir katliamı karşısında hakikati söyleme cesaretini gösterebilmiş ender Fransız aydınlarından Jean Paul Sartre isyanını şöyle diye getirmişti:
“Yapabilirsek kendimize şöyle bir bakalım ve bize ne olduğunu görelim. Önce o beklemediğimiz manzarayı, insanlığımızın çıplak halini bir seyredelim. Görüyorsunuz, çıplak ve gözü de okşamıyor. Neydi ki zaten? Yalanlardan kurulu bir ideoloji. Talanı haklı göstermek için başvurulmuş mükemmel bir araç. Yağlı ballı kelimeleri, o hayranlık uyandırıcı hassasiyeti, saldırılarımızı hoş gösterici mazeretlerden başka bir şey değildi.”
Bir milyondan fazla Cezayirlinin hayatına mal olan sekiz yıllık savaş işkenceleri, kömürleşmiş cesetleri, elleri bağlanmış esirlerin diri diri karınlarının deşilip bağırsaklarının ortaya döküldüğü insanlık dışı sahneleri unutmayacağız. Bir de Cezayirlilerin kafalarını kesip poz verme ahlaksızlıklarını… Yüreğiniz dayanıyorsa o kanlı fotoğrafları internetten açıp bir bakın ve DAEŞ’in kökeni nereye dayanıyor, görün.
Sartre sözde medeni Fransa halkının, askerlerin Cezayirlilere işkencesine sessiz kalmalarını eleştirirken haklı olarak bu geleneği Gestapo’nun Paris’teki işkencelerinden devraldıkları gerçeğini haykırır. Gestapo da Namibya’dan, o da Hindistan’daki İngilizlerden, onlar da Paris’teki mezhep savaşlarından, onlar da İspanyolların Güney Amerika’daki yerli kasaplığından…
Velhasıl vahşet bulaşıcıdır ve Avrupa özündeki bu vahşeti Ortadoğu’ya taşımakta ne yazık ki başarılı olmuştur.
Dünya, İngiliz emperyalizminin tarlasıydı
Kuzey Amerika ve Rusya ovaları bizim ekin tarlalarımızdır; Şikago ve Odesa bizim ambarlarımızdır; Kanada ve Baltık bizim kereste ormanlarımızdır; Avustralasya’da (Malezya, Filipinler, Endonezya, bizim koyun çiftliklerimiz vardır; Arjantin’de ve Kuzey Amerika’nın batısındaki kırlarında bizim öküz sürülerimiz yayılır, Peru altınını gönderir, Güney Amerika ve Avustralya altını Londra’ya akar; Hindular ve Çinliler çayı bizim için yetiştirirler ve bizim kahve, şeker ve baharat çiftliklerimiz tüm Hint adaları üzerindedir. İspanya ve Fransa bizim bağlarımız, Akdeniz meyve bahçemizdir ve uzun süre Güney Birleşik Devletleri’ni kaplayan bizim pamuk alanlarımız artık dünyadaki sıcak bölgenin her yanına yayılmaktadır.
Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri.