Kûtu’l-Amare’de kanla yazılan mektup

Tarihin yanlış yazılması kuraldır bizde, istisna değil…

Bundan 100 yıl önce bugün Katya’daki Osmanlı birlikleri İngilizlere karşı taarruza geçti ve Sina cephesinde başarı hanemize bir puan daha yazıldı. Daha Bağdat cephesindeki Kutu’l-Amare zaferimize bir hafta var ve vatanımıza göz dikmiş düşmanımızla –ki o tarihte dünyanın süpergücü, yani ABD’siydi- başa baş bir mücadele yürütüyorduk. Yeniyor ve yeniliyorduk ama pes etmiyorduk.

Kutu’l-Amare zaferi bu pes etmeyen iradenin Çanakkale’den sonraki şanlı durağıdır ve gelecek hafta 100. yıldönümünde ilk kez büyük törenlerle kutlayacağız.

“İlk kez” ve “100 yıl” biraz garip durdu, kabul ediyorum ama ne yapalım ki bizde tarihin yanlış ve yalan yazılması kuraldır, gerçeği istisna demiştik.

Bugüne kadar kutlamadığımız, adeta utandığımız bu zafer hakkında tek bir pul bile çıkarmamışız. Nihayet bu yıl harekete geçen PTT ilk kez bir Kutu’l-Amare pulu çıkarıyor ve bir asırlık ayıbın gölgesinin daha ziyade uzamasına mani oluyor.

Zararın ve hatamızın neresinden dönersek kârdır diyoruz ve sırada diğer zaferlerimiz var diyoruz! Gazze muharebeleri, Karabekir’in Kafkasya’daki zaferleri ve Bakü’nün özgürlüğüne kavuşturulması vs.

Bunları zamanı geldiğinde hafızası silinmiş milletimize hatırlatmak da bizim boynumuzun borcu olsun.

Savaşlar bir yerde hikâyelerle elle tutulur hale gelir. Seyyid Onbaşı, Kınalı Hasan gibi tipler yüzbinlerce şehid ve gazimizin yerine konuşmakta değil midir?

Aslında Kutu’l-Amare zaferi Çanakkale’nin devamıdır ve hafıza dolabımızda hemen onun yanındaki gözde muhafaza edilmelidir. İtinayla…

Sadece Kâzım Karabekir gibi her iki cephede birden savaşmış komutanlarımız açısından değil, birinden diğerine kendilerini helak edercesine koşan Mehmetçiğimizin açısından da Çanakkale ile Kutu’l-Amare arasında müthiş bir devamlılık vardır.

Yüzbaşı Mehmed Muzaffer örneği bunlardan sadece biridir ve yürek yakan bir finali vardır. Birkaç hafta önce özet olarak yazmıştım Mehmed Muzaffer’in yanık hikâyesini. Şimdi hiç beklemediğimiz bir kalemden aktaracağım onu. Kimden mi?

Cumhuriyet’ten sonraki “dönekler”den birinden. Şu Çankaya adlı Kemalist klasiğin yazarı Falih Rıfkı Atay’dan söz ediyorum. Tabii ki bu yazıyı yazdığı tarihte hâlâ kendisini “Osmanlı” hissettiğini ve sonradan hafızasındaki “vatan” kavramından tasfiye ettiği Irak cephesinden söz etmekte, oradaki “ebedi kahraman” dediği Mehmed Muzaffer Yüzbaşı’nın hikâyesini yazmaktadır.

Metni Harb Mecmuası’nın 12. sayısından aynen aktarıyorum. Bakın Cumhuriyet devrinin “laik” Kemalisti 1915 yılında din, iman, vatan, Osmanlılık vurgularını nasıl seferber etmiş satırlarına. İbretle okuyalım:

Ebedî Kahraman

Benim neslimin büyük günahı, tarihini bilmemek, tarihine inanmamak ve bilhassa tarihinden kendinde bir şey devam ettiğine inanmamaktır. Gördüğümüz feci terbiyenin tesiri altında tarihi bir mezar ve vekâyii (olayları) birer cesed gibi düşünüyorduk. Mazimiz bir dağdı: Onu çıkmıştık, şimdi inmekle meşguldük; ve talihin bizi iniş tarafında dünyaya getirdiğine kızmaktan başka yapacak bir şeyimiz yoktu. Kendimizle mağrur olmaktan utanıyor gibiydik; fakat bunlar öyle cürümlerdi ki, eğer bu harb olmasaydı belki yokuşu tamamlamakla cezasını görecektik.

Denebilir ki, bu millet hakikaten bir harbe muhtaçtı. Fakat buna arazi kazanmak, fazla bulduğu birtakım insanları feda etmek için değil, sadece kendisine inanabilmek için ihtiyacı vardı. Hiçbir şey bu zamanda Çanakkale kadar, Irak kadar mukaddes, Kafkasya müdafaası kadar bize faydalı olamazdı. Şimdi tamamen mağrur olarak söyleyebiliriz ki, bütün dünya bize inandı, ve biz de kendimize inanıyoruz.

Bittabi bu neticeyi yalnız Çanakkale, Irak, Kafkasya hududu gibi üç yuvarlak kelimeden çıkarmıyoruz; aynı zamanda o korkunç günlerin binlerce teferruatını, asil sevgiler için bî-kayd u pervâ ölen insanları ve bu insanların kudsî mertebelerini düşünüyorum. İşittiğimiz menkıbeler bize anlatıyor ki, yalnız tarih değil, esâtir (efsaneler) bile henüz ölmemiştir. Filhakika harp hududlarında çarpışan ordunun öyle vekâyii var ki, bir şairin dediği gibi tarihi aşıp esâtire karıştı.

28 Haziran 332 tarihli Tanin gazetesini alınız, onun yarım sütunla, sade cümleler ve basit kelimelerle anlattığı bir menkıbe var: Harp saflarında kurşunla vurulup düşen bir zâbitin (subayın) son nefesini anlatmaktadır. Bu zâbit hayatla, insan ve dünya ile veda dakikasında olduğunu hissetmişti. Bu his korkunçtur. Maddi ıztırap yanında bütün manevi ıztıraplar, aile, çocuk ve geride bırakılan şeylerin ızdırapları duyulur. Fakat o zâbit bütün melekelerini, bütün neş’elerini ve ızdıraplarını yalnız iki noktaya saplamıştı: DİN ve VATAN. Zaten kahraman olmak için bu lâzımdı, maksad uğruna ölmek için her şeyden evvel bütün ölümlerin yekûnunu (toplamını) maksada mağlup olmak acısının yanında hiçe saymak ve bütün düşüncelerini, duygularını, ümid ve ihtiraslarını bu maksad etrafında toplamak lazımdı. İstanbullu Muzaffer Beğ böyle bir insandı, son nefesinde sesinin artık çıkmadığı, gözlerinin bir şey anlayamadığı dakikada cebinden bir zarf çıkardı ve üzerine yazdı: “KIBLE NE TARAFTA?” Evvela Beytullah ile, dini ve mukaddesatıyla karşı karşıya kalmak istiyordu.

Kıbleye çevirdileri sonra yazmaya devam etti: “BÖLÜK İNTİKAMIMI ALSIN.” Şimdi gözümün önünde vatan, ona son nefesini bile ateşle, duman ve kanla boğulmuş havasında veren toprak vardı. Bu zabitte en büyük kahramanların en büyük kuvveti olan feragat ve feda duyguları yaşıyordu, o maksad için ölüyordu. Ve ölürken dünyadan bir insanın çekildiğini düşünmüyordu, mukaddes gayenin müdafaasız kalmasından korkuyordu ve devam etti: “BÖLÜK İNTİKAMIMI ALSIN!…” O zaman bölük ateşler içine, ayakları kana saplanmış ve alnı dumanla kararmış, Onun cesed olmaya başlayan vücudu etrafında çarpışıyordu. Üçüncü cümlesini imzalamak isterken İstanbullu Muzaffer Bey hayata veda etti.

Muzaffer Bey’in son nefesiyle bu toprağın tarihine, yaşayan nesle ve yaşayacak nesillere yaptığı hizmet milyonlarca insanın bütün hayatlarıyla yapacağı hizmetten büyüktür. Bir çocuğunda bu kadar asil heyecanlar yaşatmaya muvaffak olan bir tarih devam etmek, mazisi ile istikbâli arasında kazılmış uçurumları hiç endişe ve müşkilat hissetmeden anlamak hakkını ve kuvvetini kazanmış demektir.

Irak’ın âteşîn semâsı altında son nefesini vatan ve maksad-ı hicranıyla teneffüs eden bu genci ve Çanakkale’de, Kafkasya’da aynı duygu ve emekle fedâ-yı nefs eden vatan gençlerini unutmayalım. Onlar kendi fedakârlıklarıyla bizim fani insanlığımızı, şu toprağı, şu tarihi ve çok, pek çok ağlayan millî tarihi kurtarıyorlar ve ebedileştiriyorlar.”

**

Falih Rıfkı’nın yazısı burada bitiyor. Bitiyor mu acaba? Aynı Falih Rıfkı’nın Cumhuriyet devrinde bu değerlerin tam tersini nasıl da yüzü kızarmadan yazabildiğini düşününce bitmiş sayamıyoruz…

Bir cevap yazın