600 yıllık Osmanlı hanedanı mensuplarının Halifeliğin kaldırılmasıyla sınır dışı edildikleri iyi bilinir ama ellerinde bulunan mal ve eşyanın başına neler geldiği meselesi karanlıkta kalmıştır, zira burada şaibeli işler dönmüştür.
Lakin bu karanlık hakkında yayın da pek azdır. İşte o nadir yayınlardan biri, Cemal Kutay’ın olup Mayıs 1966 tarihli Tarih Konuşuyor adlı dergisinde çıkmıştır. Aşağıda pek çok bilinmeyeni bir arada bulduğumuz bu ilginç yazının geniş bir özetini sunuyorum.
Halife Abdülmecid Efendi 5 Mart 1924 sabahı oğlu Ömer Faruk, kızı Dürrüşehvar ile beraber İsviçre’ye gitmişti. Halifeden sonra sayıları 130’a yaklaşan sultan, şehzade ve damadlar da kendilerine verilmiş olan üç günlük zamanı aşmamak için harekete geçmişlerdi.
Bu üç günlük mühlet süresinde İstanbul İstanbul olalı görülmemiş ve görülmesine imkân olmayan eşya satışlarına şahit oldu. Hiçbir akıl sahibi çıkıp da asırlarca dünyanın dört bir yanından derlenip toparlanmış bu misilsiz, nadir, antika, bir parçası servetler değerindeki paha biçilmez eşyayı, sahipleri ve memleket namına ele almak, değeriyle satmak, hatta gerekenleri bedelini hazineden ödeyerek müzelere toplamak basiretini düşünemedi. Kapanın elinde kaldı,
Yahudi, Rum, Ermeni simsarlar, bu arada meşhur dişçi Sami Günzberg, daha sonra Amerika’ya, İngiltere’ye, hatta Rusya’ya aktarılan misilsiz eşyanın güya sahibi oldular. Mesela Alman İmparatoru II. Wilhelm’in Sultan Abdülhamid’in kızı Ayşe Sultan’a hediye ettiği muhteşem bir piyano, 35 liraya Yahudi Fresko ailesine satıldı!
Bunları anlatan Cemal Kutay, 4-7 Mart 1924 günlerinde özellikle Dolmabahçe’den Ortaköy’e uzanan Fer’iyye saraylarında, hanedan yalılarındaki basılmaya kıyılmaz salonlar kaba ve hoyrat sokak satıcılarının, koltukçuların, önceden peylenmiş kişilerin hücumuna uğradı der ve şöyle devam eder:
“Çoğu meslekten olmayan rastgele tellallar, kıymetini bilmedikleri bibloları, el işlemelerini, çeşm-i bülbülleri, eser-i yıldızları, stil binbir eşyayı, isimlerini bile söyleyemeden, gerçek değerinin yüzde biriyle müzayedeye koyuyor, bir iki seslendikten sonra “-Sattım…” diye bağırıyorlardı. Başı örtülü, yaşlı, eli bastonlu saraylı hanımlar, ürkek haremağaları, edepli ve redingotlu kethüdalar, sessiz ve sakin, bir köşede, hamalların salonlardan getirdikleri binbir mahiyetteki eşyanın üst üste atılmasını ve telallın “-Sattım”ından sonra alıcının çevresinde bekleşen hamallara işaret ederek taşınmasını hüzünle seyrediyorlardı.
Hanedan azasının şahsına ait olan mücevherlerin götürülmesine müsaade edildiği için bunlar yağmadan kurtarılmıştı. Polis müdürü Sadettin ile yardımcısı Kâmil beyler İstanbul polisini seferber etmişti. Şükrü Naili Paşa şahsen dostu olan Damad Halil Paşa’ya yaverini göndermiş, paniğe kapılmamasını, satışların güvenilir kimselere bırakılarak zamanla da mümkün olabileceğini bildirmişti. Fakat ani karar ve hele Halife Abdülmecid Efendi’nin ülkeden çıkış şekli öylesine bir ürkeklik yaratmıştı ki, polis pasaport dairesi gece yarısına kadar açık olduğu halde bazı hanedan azası, nereye gideceklerini tayin etmeden ve pasaport almadan Fransız Pake kumpanyasının tahsis ettiği Providans vapuruna girivermişlerdi!
Bir günün kârı
Mesela Damad Halil Paşa’nın Kuruçeşme’deki sarayında 5 Mart günü büyük bir müzayede yapılmış, çok değerli ve nadide eşya arasında, paşanın av hayvanları postları koleksiyonu satılmıştı: Bu postlar II. Abdülhamid’in kayınbiraderi Damad Nuri Paşa’nındı ve Halil Paşa, koleksiyonu büyük bir merak ve titizlikle tamamlamıştı. Toplam 400 liraya verildi!
48 odası olan Kuruçeşme’deki Halil Paşa sarayında bulunan eşyalardan paşanın bir gecede ayırmış oldukları, Yahudi Niyegolar tarafından “toptan” 25 bin liraya satın alınmıştı. Sonradan duyulmuştu ki 25 bin liraya alınan eşyalardan sadece bir satranç takımı Hindistan’da 5 bin altına satılmıştı!
Sultan Reşad’ın Başmabeyncisi Lütfi Simavi Tanin’deki yazısında şöyle yazıyordu:
“Eğer satış işinin vekaletini bir hayır kurumu, mesela Kızılay veya Müzeler İdaresi üstlenmiş olsaydı hem büyük bir talana mani olunmuş olur, hem de müzelerimiz bir daha elde edilmesine imkân olmayan çok kıymetli eserlerle zenginleşirdi. Başmabeynci olarak hizmet ettiğim seneler içinde padişaha, veliahda, şehzadelere, sultanlara öyle değerli ve misli bulunmaz eşya ve hatıralar takdim edilmişti ki; bunların şimdi nerelerde olduğu bilinmez. Padişahlar tarafından Hazine-i Hassaya bırakılan ve saltanat makamına ait olanlar haricinde şahıslarına ait olanlar, oğullarına, kızlarına, gelinlerine, torunlarına ve damatlara armağan edilmişti. Bu gibi eşya kolaylıkla taşınamadığından, hanedan mensupları ancak yanlarına alabildikleri kadarını götürme müsaadesine sahip bulunduklarından kalan eşya ne oldu?
Kutay der ki: “Ben merak sevkiyle, bütün müzelerimizi ziyaret ettim. Üstad Halil Ethem beyefendiden kalan eşyanın nelerden ibaret olduğunu sordum. Bana, yanıp yakılarak bir daha yerlerine konulması mümkün olmayan nadir ve kıymetli eşyanın şunun bunun elinde kaldığını ve mühim bir kısmının yurt dışında olduğunu söyledi.”
Satılık İmparatorluk
Eski Dışişleri Bakanlarımızdan Numan Menemencioğlu Paris’te büyükelçimizken, elçilik binamız bugünkü yerine taşınmıştı. Yeni binaya eşya alınması için de elçiliğimize 150 bin lira tahsisat verilmişti. Paris’te yerleşmiş vatandaşlarımızdan ve vezir oğlu olan bir zat, Menemencioğlu’na müracaat ederek elçiliğe, üzerinde Osmanlı hanedanı tuğrası olan sofra takımlarını alıp almayacağını sormuş ve kendisini İstanbullu bir Museviye götürmüştü: Adamın elindeki eşya, Sultan V. Murad’ın torunu Nihad Efendi’ye ait sofra takımlarıydı! Menemencioğlu, bunları elçilik namına alıp alamayacağını Başbakan Şükrü Saracoğlu’na sormuş, o da fiyatları normal ise alınabileceğini söylemişti. Fakat istenen para o kadar fazlaydı ki, elçimiz ancak içinden altı kişilik bir takım alabildi. Merak etmiş, şahsen ahbabı olan dişçi Sami Günzberg’e sormuş ve öğrenmişti ki, kendisinden istenen para ile 1924 Mart yağmasında alınan takımlar asgari 50 mislidir!
Daha sonra pek çok dedikodu çıkmış, o sırada “bazı nüfuzlu kişiler”in çok değerli eşyayı ele geçirdikleri söylenmişti. Hadiselerin içyüzlerini bilenler ise “Bal tutan parmaklarını yalar! demişlerdi…
Ne de olsa bir imparatorluk haraç mezat satılmıştı. Hiç eşyasının sözü mü olurdu? O kadar değerli eşya da imparatorluğun engin toprakları misali bozuk para gibi harcanacaktı.
Hem Osmanlının bayrağından başka neyi harcanmamıştı ki? Dili mi? Alfabesi mi? Hukuku mu? Tarih ve edebiyatı mı? Tekke ve medresesi mi? Devlet arması mı? Neyi?