Takvimler 10 Mart 1934’ü gösterdiğinde İstanbul Arnavutköy’de Set Sokağı 2 numaralı evde bir profesör intihar etmişti. İki gün sonra Milliyet gazetesi bu haberi “Eski bir müderrisin ölümü” başlığıyla sanki önemsiz bir olaymış gibi 6. sayfadan duyurmayı tercih etmişti. Şöyleydi Milliyet’teki haberin metni:
Cevad Mazhar Bey, evinde ölü olarak bulundu. Aldığımız malumata göre Darülfünun ıslahatında açığa çıkarılan müderrislerden kimya profesörü Cevad Mazhar Bey, evvelki gün Bebek’teki evinde ölü olarak bulunmuştur.
Yaptığımız tahkikata göre, Cevad Mazhar Bey, Darülfünun’dan çıkarıldıktan sonra fevkalade bir teessüre kapılmış ve kendisine asabi bir hastalık gelmişti. Evvelki gün evde kimse bulunmadığı bir sırada kendisine son derece asabi bir buhran gelmiş ve feci çırpıntılar içinde vefat etmiştir.
Cevad Mazhar Bey’in cenazesi dün morgda muayene edilmiş ve defnine ruhsat verilmiştir. Cenazesi bugün, eski talebesinin ve arkadaşlarının iştirakiyle merasimle kaldırılacaktır.[1]
Gazetenin bu haberi böyle masumane sunmasına bakmayın siz; aslında bu ‘ölüm’de hem kişisel, hem de 1930’lu yılları bir örümcek ağı gibi saran toplumsal ve siyasî bir dram yuva yapmış durumdadır. Zaten asıl bu ikinci yönüyledir ki, yazımıza konuk olmuştur kimya profesörü Cevad Mazhar Bey .
İnkılapların psikolojik alımlanışı nasıl oldu?
Önce görüşlerimi topluca ifade edeyim:
- 1920’lerin köktenci inkılapları, toplumun psikolojisine hep olumlu yönleriyle yansımış gibi gösterilir. Bayramlarda herkes şen şatır pozlar vermektedir; yeni devrin ideolojisine ‘bütün ulus’ can u gönülden katılmıştır; katılmayanlar ya mürtecilerdir, ya da bozguncular; halk tek millet ve tek yumruk olmuştur vs.
- Ancak inkılap tarihi kitaplarımızın saray vak’anüvislerinin yazdıklarından pek de farklı olmadığını şuradan anlıyoruz ki, bu süreçte halkın psikolojisine, algısına, yaşadıklarına ya itibar etmemişler, yahut da olanları gericilik veya fitneyle suçlamışlardır. Bunun da Osmanlı üst düzey bürokrasisinin halka bakışını devam ettirdiğini görmek için fazla zahmete gerek bulunmuyor.
- Cumhuriyet kanunları veya Atatürk inkılapları dediğimiz peş peşe gelen keskin kırılmaların toplum üzerinde, özellikle psikolojik bakımdan tahripkâr sonuçlar doğurması kaçınılmazdı (hatta bunun tersini düşünmek daha mantıksızdır). Acaba o sarsıntıyı bizim gibi ders kitaplarından okumayıp bizzat yaşayan nesil nasıl bir psikolojik tepki göstermiş, ne tür travmalar geçirmişti?
Üç maddede özetlemeye çalıştığım görüşlerimin somut bir delili olması bakımından Kimyager Cevad Mazhar Bey’in şüpheli ‘ölümü’ son derece anlamlı. Bu anlamı keşfetmek için şimdi tekrar o gazete haberinin satır aralarına eğilelim.
Bir profesör kaybettim, hükümsüzdür
Gazetelerde “feci çırpıntılar içinde” öldüğü duyurulan profesörün gerçek ölüm sebebi, kamuoyundan ısrarla gizlenmiştir. Dedikodu gazetesi Cevad Mazhar Bey’in intihar ettiğini yaysa da, ilk defa 48 yıl sonra, 1982’de İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi’nin yayınladığı bir kitapta intihar ettiği resmi ağızdan doğrulanabilmişti. Düşünün, aradan 50 küsur yıl geçtikten sonra itiraf edilebiliyor bir intihar. Sanki tabu!
Lafın gelişi değil, gerçekten de tabuydu 1930’ların ortasında Türkiye’de intihardan bahsetmek. Gazeteler intihar haberlerini yazamazlardı. Neden?
- yüzyıl sonlarında romantik bir intihar salgını Avrupa’yı nasıl sarsmışsa, 1930’lar Türkiye’sinde de bir ‘intihar modası’ baş göstermişti. Nitekim dönemin önde gelen tıp adamlarından ve daha sonra oturduğu İstanbul Valiliği koltuğundan uzun süre kalkmayacak olan Fahrettin Kerim [Gökay] Bey, 1932’de kaleme aldığı Türkiye’de İntiharlar Meselesi adlı kitabında (İstanbul, Kader Matbaası) intiharların yaygınlaşmasına başlıca iki sebep ileri sürüyordu: İğbirâr ve fakr u zaruret, yani psikolojik kırgınlık ve yoksulluk.
Dr. Fahrettin Kerim’i, hakkında bir kitap yazmaya sürükleyen ciddi intihar salgını, devrin bir başka doktoru Cevad Mazhar’ı en verimli çağda hizmet etmek için yanıp tutuştuğu ülkesinden koparıp götürmüştü.
Nedendi peki onun intiharı? Neye kırılmıştı bu kimya profesörü? Ve neden fakr u zarurete düşmüştü?
Kimyada ‘En hakiki mürşit’ ilim değil miydi?
Türkiye’nin sınaî (endüstriyel) kimya alanında yetiştirdiği ilk uzmandı o. Askerî Tıbbiye’den mezun olmuş, Mütareke döneminde ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında devrin yegâne üniversitesi Darülfünun’da muallimlik ve müderrislik, yani öğretmenlik ve profesörlük yapmış, Fen Fakültesi’nde uzun yıllar organik sanayi kimyası üzerine dersler vermiştir. Yine aynı fakülte bünyesinde kurulan Kimya-i Hayatî ve Sınaî Enstitüsü’nün müdürlüğünü üstlenmiş, organik ve inorganik kimya alanlarında çok sayıda bilimsel kitaba imza atmış, Fen Fakültesi Mecmuası’nda makaleleri yayınlanmıştır.
Kaynaklar onun Avusturya ve Almanya’da kimya ve cilt hastalıkları alanlarında uzmanlık eğitimi aldığını belirtiyor. Osman Bahadır’ın kelimeleriyle söylersek, “…son dönem Osmanlı’nın ve erken dönem Cumhuriyet’in az sayıdaki modern bilim adamlarından biri”dir o.
Dahası, Cevad Mazhar Bey, önemli bir meslekî dergi olan Kimya ve Sanayii dergisinin genel yayın yönetmenliğinde bulunmuş ve ölümünden bir yıl önce yazdığı bir yazıda çabalarının yerli bir bilimsel ortam oluşturmaya dönük olduğunu vurgulamak ihtiyacını duymuştu. Kalitesi ve ideali hakkında bir fikir vermek için baş yazısının yalnızca son cümlesini alalım buraya:
“Kimya ve Sanayii’ni mümkün olduğu kadar yerli bir kisve ile çıkarmak ve onda memleketimizin bir izini bulundurmak için, tuttuğumuz bu yolda, bütün meslek arkadaşlarımızın yardımlarını bekleriz.”
“Mendilimde kan sesleri”
Kimya alanında bir çok açıdan öncü rolü oynamış bu değerli bilim adamımızın intihar sebebi, üniversiteden yaş haddi sebebiyle atılmış olmasıydı. 31 Temmuz 1934’de açıklanan Darülfünun’un tasfiyesi kararı, pek çok bilim adamının olduğu gibi Cevad Mazhar Bey’in de hayatını karartmıştı. Üstelik başka arkadaşlarına lise hocalığı, dolgun emekli maaşları veya yurt dışında çalışma imkânı sağlandığı halde kendisi bir kenarda unutulmuş veya koca bir Darülfünun profesörü için çok düşük işler teklif edilmiş, o da buna karşılık aç kalmayı tercih etmişti.
64 yaşında, tam da meslekî hayatının en parlak dönemini yaşarken işinden atılmak, kolay bir hadise değildir. İşte bunu bir türlü kabullenemez Cevad Mazhar Bey. Yetiştirdiği binlerce talebeye, yazdığı emek mahsulü kitaplara, onca makaleye, kimyanın sanayiye uygulanması yolundaki öncü girişimlerine alacağı karşılık bu mu olmalıydı?
Evine kapanır. Kimsenin yüzüne bakamaz olmuştur. Sokağa bile çıkamaz. Onuruyla oynanmış insanların psikolojisi içindedir. Tam 7 ay sürer bu sancılı inziva hayatı. Neden işinin başında değildir? Bunu ne kendisine, ne de çevresine açıklayabilir. Devrimlere mi düşmandır? Hayır. O işinde gücündedir, ülkesinin bilim hayatına adamıştır ömrünü. Aydınlanmanın neferlerindendir. Ne fenalığı görülmüştür ki?
Son ümidi, üniversite reformunu yapan Dr. Reşit Galip’in bu hatadan dönmesindedir. Ancak 5 Mart 1934’de son acı haberi alır. Reşit Galip veremden ölmüş, Cevad Mazhar da ömrünün son durağına gelmiştir artık.
Gider bir eczaneye, bir şişe baryum klorid alıp evine döner. İğneyle damarlarına baryum klorid eriyiğini zerk ederek “feci çırpıntılar” içerisinde hayatına son verir.[2]
İnkılap tarihi kitaplarımıza inkılapların toplum psikolojisinde yol açtığı travmaları da eklemenin zamanı gelmedi mi sizce?
[1] Milliyet, 12 Mart 1934’ten aktaran: Osman Bahadır, “Darülfünun kimya müderrisi Cevad Mazhar Bey niçin intihar etti?”, Bilim Cumhuriyetinden Manzaralar, İstanbul 2000, İzdüşüm Yayınları, s. 36 (ilk olarak Toplumsal Tarih dergisinin Aralık 1998 tarihli 60. sayısında yayınlanmıştır).
[2] Şeref Etker, “Darülfünun kimya müderrisi Dr. Cevat Mazhar Bey nasıl intihar etti ?”, Cumhuriyet Bilim Teknik, sayı: 730, 17 Mart 2001, s. 18.