12 Ocak’ta ne oldu sahi?

12 Ocak’ta ne oldu sahi?
12 Ocak sendromundan birkaç gün önceydi; bayramda nereye gitsem -serde köşe yazarlığı var ya- 12 Ocak’ta ne olacağı soruluyordu fakire. İlk soruluşta, dalgınlığıma gelmiş olmalı ki, 12 Ocak’ta yine birisi akıldanelik edip de deprem olacağı kehanetinde filan mı bulundu yine? diye bir ara duraladım; fakat hemen kendimi toparlayarak bu mühim mevzu hakkında kıymetli fikirlerimi dermeyan ediverdim.

(Malum, Türkiye’de köşe yazarı olunca istisnasız her konudaki fikirlerinizi gittiğiniz yerin duvarlarına galerideki tablolar halinde asmanız şarttır. ‘Benim bu konuda fikrim yok’ dediniz miydi, anında tenzil-i rütbe ettiğinizi bilin soran gözler karşısında.)

İşin şakası bir yana, gerçekten de çok merak edildi, çok dedikodusu yapıldı 12 Ocak zirvesinin. Başbakan Bülent Ecevit, Başbakan Yardımcısı Devlet Bahçeli ve ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz’ın yapacakları bu sonucu önceden besbelli ve Fehmi Koru’nun haklı olarak vurguladığı gibi hukuki hiçbir dayanağı olmayan “yetki gaspı” niteliğindeki bu zirvenin basın tarafından neredeyse 28 Şubat MGK toplantısı kadar kritik bir dönemece yerleştirilmesi ve sun’i bir kriz beklentisi yaratılması kamuoyunda, gerçekte amacı belli bir tertipti.

Neydi bu tertip?

Bütün bir Güneydoğu, hadi daha açık söyleyelim “Kürt sorunu”nun PKK’ya odaklanması, PKK’nın da Apo’nun şahsında ‘şahsi’ bir konuma oturtulmasıyla gerçekte iç içe iki büyük hata işlenmiş oldu.

Bu suretle meselenin kendisi bulanık bir suyun içine itilmiş oluyor, bu kritik mesele bir tek şahısla özdeşleştiriliyor, onun yakalanması veya öldürülmesiyle her şeyin hallolacağı kanaati kamuoyuna aşılanıyordu. Ama bir tek şahsın tersinden bu kadar abartılmasının sonuçlarını görmeye henüz hazır değildik. Onu Kenya’da yakaladığımızda (aslında derdest edilip avucumuza teslim edildiğinde) bile hadisenin boyutları konusunda bir fikrimiz yoktu. Çünkü Türkiye’deki insanlar ile teröristbaşı arasında negatif bir ilişki kurulmuştu ve toplumun hafızası, 15 yıllık beyin yıkama ameliyesiyle derin bir şekilde yırtılmıştı.

Hafızamızdaki bu yırtığın kolay kolay kapanmayacağı, bütün o anti-propagandalarla meselenin yavaş yavaş siyasallaştığı fark edilmedi bile. Geçen seneki bir yazımda “Apo’yu Cem Sultan haline getirmeyelim” diye yazdığımı hatırlıyorum. Şimdi Abdullah Öcalan olarak isim değiştirmiş bir şekilde gerçek Cem Sultan olarak İmralı’dan Türkiye siyasetini yönlendirmeye kalkan bu şahsa “asarız seni” tehditleri savurmaktan başka bir şey yapabildiğimizi söyleyemeyiz.

Nitekim Ecevit, dünkü gazetelerde de yer alan TRT 1’deki konuşmasında İmralı’nın bir “siyaset kürsüsü” haline geldiğini ima etmiş ve buna müsamaha ile bakamayacağımızı söylemiş; fakat aynı konuşmada PKK’nın “siyasallaşma”sına asla izin vermeyeceklerini de kesin bir dille ifade etmiştir.

Ne var ki, gözden kaçırılan çok önemli bir nokta, söz konusu zirve ile yeni adıyla Abdullah Öcalan ve hareketinin siyasallaşmasının zirveye ulaşmış olmasıydı. Bir ülkenin başbakanı, başbakan yardımcısı, bakanlar kurulu, meclisi, basını, televizyonları, bayram muhabbetleri 12 Ocak zirvesine kilitlenmişse, hangi babayiğit siyaset bilimci söyleyecek buna bu meselenin siyasallaşmadığını?

Bir ülkenin bütün bir yönetici kadrosu bir tek adamı muhatap alıyorsa, o adam, diğerlerinden ayrılıp borsasından bayram muhabbetlerinin içine etmeye kadar elini uzatabiliyorsa, bal gibi siyasallaşma başarılmış demektir. ‘Bundan sonra siyasallaşma alanında azarsanız asarız’ söyleminin de ne kadar garip çelişkiler içerdiğine sadece değinerek geçelim.

Bu süreçte Türk toplumu yalnız hafızasında yırtılma yaşamakla kalmadı, hafızasını kirletti de. Daha 11 ay önce halkı sokaklara dökmeye, galeyana getirmeye, idam ipini herkese endülijans belgesi gibi dağıtmaya soyunan basınımızın manşetleri, 12 Ocak öncesinde süngüsü düşen askere benzemiş, halkı teskin etme görevini üstlenmiştir. Apo’nun idamını ağır çekimle yayınlamaya hazırlanan medyamız, geçen yıl o kadar efelendiği Avrupa Birliği’nin aslında “bağımsızlığımızı ihlal eden” ihtiyati tedbir kararını alkışlarla karşılamış ve bu defa ne gariptir ki halkın tahriklerden uzak durması yolunda neşriyat yapmıştır.

Yine de sağduyulu, yine de vakur davranmıştır bu süreçte Türk halkı. Bu kadar ağır tahriklere kendisini kaptırmamış ve tepkisini olanca olgunluğuyla dışa vurmasını bilmiştir. Geçenlerde bir şehit anasının ayağını öpen bir başka şehidin babası, masum duyguları istismar edilen ve “siyasallaştırılan” siyasete alet edilen bu bağrı yanık ailelerin dramını olduğu kadar mesajını da yolluyordu kalpleri mühürlenmemiş olanlara.

Bir yanıt yazın