• Home
  • Genel
  • 150 yıl önce yakalanan darbeci paşa da kendini denize atmıştı

150 yıl önce yakalanan darbeci paşa da kendini denize atmıştı

150 yıl önce yakalanan darbeci paşa da kendini denize atmıştı
Türkiye günlerdir Ergenekon’u ve JİTEMci Albay Abdülkerim Kırca’nın intiharını konuşuyor. Bu olayın bir benzerinin tarihte yaşandığını biliyor muydunuz? Bundan 150 yıl önce de darbeciler vardı Türkiye’de ve yakalanan bir general (paşa), denize atlayarak intihar etmişti.
Peki nedir bu Kuleli Vak’ası’nın içyüzü?
1859 yılının 13 Eylül Çarşamba günü Abdülmecid’in huzuruna pürtelaş giren Serasker Rıza Paşa bir haber getirmiştir hünkâra. İçlerinde yüksek rütbeli subayların da bulunduğu darbeci bir “ittifak”, harekete geçmek üzeredir. Ellerini çabuk tutmazlarsa ertesi günü Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii’nde toplanıp harekâtın düğmesine basacaklardır. Maksatları, ilk cuma selamlığında padişaha ve maiyetine silahlı bir suikast düzenlemek, doğacak kargaşadan yararlanarak isyan girişiminde bulunmak ve Abdülaziz’i tahta çıkarmaktır.
Abdülmecid şaşkındır, çünkü babasının yeniçeriliği kaldırmasından sonra iktidarın penceresindeki çapakların tamamen temizlendiğini sanmaktadır. Kimlerdir bunlar? Ve nasıl bir araya gelmişlerdir? İçlerinde Irak’ın Süleymaniye’sinden gelmiş Şeyh Ahmed’den tutun da, Erzurumlu bir muhallebiciye, oradan Tophane-i Amire katiplerinden Arif Bey’e ve Hüseyin Daim Paşa gibi bir orgenerale varıncaya kadar türlü meslek ve meşrepten insanın bir araya geldiği gizli bir fesat cemiyeti çıkacaktır karşılarına.
Emir verilir, ertesi günü darbeciler camide basılıp derdest edilirler. Askerler sorgulanmak üzere bugünkü İstanbul Üniversitesi merkez binasında bulunan Seraskerat Dairesi’ne götürülür, diğerleri ise Kuleli Askeri Lisesi’ne. Daha sonra hepsinin mahkemesi burada görüldüğü için tarihe “Kuleli Vak’ası” adıyla geçmiştir bu ilk modern darbe girişimimiz.
Darbeciliğimizin atası
“Halk arasında kargaşalık çıkarıp kanun ve düzeni bozmak ve kan dökmek gibi türlü alçaklıklara girişmeye kararlı bir ittifak karşısındayız. Bunlar fesat tuzaklarına düşürmek istedikleri hafif beyinlileri aldatmak için ‘Bizimle beraber şu kadar bin adam ile devletin tepesindeki yöneticiler ve üniversite hocalarından çok sayıda kişi var’ diyerek türlü yalan ve iftiraları atmaktan çekinmemektedirler. İşte tasarladıkları darbenin zamanında haber alınmasıyla devlet ve milleti bu büyük fitneden korumak mümkün olmuştur…”
Hayır, yukarıdaki satırlar, Ergenekon davası iddianamesinden alınmadı. Bu parça, tam 150 yıl önce “Ceride-i Havadis” ve “Takvim-i Vekayi”de çıkan hükümetin resmi beyannamesinin bugünkü dile ve olaylara uyarlanmış halinden ibarettir.
Ancak asıl şaşırtıcı olan, bu olayın faillerinin günümüzdeki darbeci zihniyetle aynı kan grubuna mensup olmaları. O günden beri işlerin istedikleri gibi gitmediğini düşünen birileri, aralarında yemin edip kendilerini görevlendirmekte ve yönetimi devirmeye kalkmaktadırlar.
Darbeci grubun içinde Şeyh Ahmed gibi din adamlarının bulunması kafamızı karıştırıyor. Ancak Şeyh’in 3 bin askeri bulunan bir feodal otorite (ağa) olduğunu, Kırım Harbi’nde adamlarıyla Kars’a yardıma geldiğini, ancak tam bu sırada Islahat Fermanı’nın Müslümanlar ile Hıristiyanları kanun önünde eşit kabul ettiğini öğrenince savaşmaktan vazgeçtiğini ve o günden itibaren yönetime diş bilediğini bilirsek manzara değişecektir. Kuleli darbecilerinin dillerinden düşürmedikleri “şeriatın geri getirilmesi” iddiası, Tanzimat ve Islahat fermanlarında da vardır. Nitekim birazdan örgütü oluşturanların zihniyet ve yaşayışlarını görünce “şeriat”ı meşruiyet kazanmak için bir araç olarak kullandıkları anlaşılacaktır. Yani o gün “Şeriat elden gidiyor!” diye darbe yapmaya kalkanlarla bugün “Laiklik elden gidiyor!” diye örgütlenenler arasında yöntem açısından pek bir fark bulunmuyor.
Günümüzle benzerlikler bu kadarla kalmıyor. Mesela olaydan 10 yıl sonra Namık Kemal’in yönetiminde çıkan “Hürriyet” gazetesi -ne tesadüf!- darbecilerin hukuka aykırı olarak yargılandıklarını iddia edecek ve hükümeti zalimlikle suçlayacaktır. (Bugün de bir çevre aynı görevi yapmıyor mu?)
Devrin aydınlarından Şinasi’nin de bu darbe girişiminde parmağı vardır. Yargılananlar arasında ismi geçmese de, soruşturma tutanaklarına bakılınca “Şair Evlenmesi” yazarının pek de masum olmadığı anlaşılır. (Bugün de bazı aydınlar darbeyi kışkırtmıyorlar mı?)

Yakalanınca hastalanan darbeciler
En üst rütbeli darbeci konumundaki Askeri Şûra üyesi Orgeneral Hüseyin Daim Paşa ise tam bir alemdir. Paşa kendisini savunacağına büyük kan çıbanları çıkartmakta bulunduğunu, çoğu zamanı hastalıkla geçip hekimlerle uğraştığını, hastalık haliyle kimin ne söylediğinin farkında olmadığını(!) ileri sürerek yakayı kurtarmaya çalışır. Sorgusunda tam 13 defa “hastayım”, 20 defa “hatırlamıyorum” demiştir. Ancak kendisinin uslanmaz bir darbeci olduğu şuradan bellidir ki, Abdülaziz devrinde affedildikten 8 yıl sonra, “İttifak-ı Hamiyet” örgütünün darbe girişiminde de ismini göreceğizdir. (Bugün kime tekabül ediyor, ona da siz karar verin.)
Darbenin planlayıcılarından Cafer Dem Paşa’yı tanıyan Wanda adlı yazar, onun İtalya ve Avusturya’da bulunduğunu, İstanbul’da Avrupalılarla düşüp kalkan, bir İngiliz generalinin kızıyla aşk ilişkisi olan monden yaşayışlı, kültürlü bir adam olduğunu ileri sürer.
Kâtip Arif Bey de tuhaf bir profil çizer. Ebuzziya Tevfik’in rivayetine göre yarım sakal bırakan “Didon Arif” şık giyinir, tırnaklarını uzatır, aydınlık taslar, “frengane” tavırlar takınır, dahası, “Ah, bir ihtilal olsa bayrağı çekip öne geçeceğim” dermiş. Ebülenf Vehbi Molla haklı olarak “Haydi diğerlerine bir şey demeyelim. Fakat şu din davasında Didon Arif’in işi ne?” diye yakınırmış.
Darbe planı şöyleydi: Padişah cuma selamlığında iken ulema camide din kitaplarını yere atarak düğmeye basacak, bu sırada kapılar tutulup profesyonel asker olan Çerkez fedailer yardımıyla suikast gerçekleştirilecekti. Ardından denizden atılacak işaret fişeğiyle İstanbul, Üsküdar ve Kuleli civarında bulunan minarelerdeki üyelere haber ulaştırılacak, telgraf telleri kesilecek, köprüler tutulacak vs. Tabii bu operasyon için bir miktar silah tedarik ettiklerini söylememe gerek yok.
Peki mahkemeden ne karar çıktı? 5 idam cezası, müebbet hapisler, sürgünler ve tahliyeler… Sonra idam cezaları Abdülmecid tarafından ömür boyu kalebentliğe çevrildi. Şeyh Ahmed ve Arif Bey Mağosa’ya, Hüseyin Paşa ile Rasim Bey Akka’ya gönderildi, diğerleri de bazı adalara ve memleketlere. Ancak idamlıklardan birisi hakkındaki hüküm gıyaben verilmişti. Çünkü isyana Arnavut askeri tedarik etme sözü veren Cafer Dem Paşa, yargılanmadan önce intihar etmişti. Bu olay resmi belgelere şöyle yansıyacaktı:
“Bu dahi birinci dereceden canilerden olduğu halde Bab-ı Seraskeri’de olunan istintakı üzerine ikmal-i muhakemesi için Kuleli kışlasına gönderilir iken kenduyi kayıktan bağtaten denize atmasiyle kendi sun’-i ihtiyari ile mücazatını görmüştür.” Yani cezasını kendi eliyle vermişti. m.armagan@zaman.com.tr
________________________________________
Meraklısı için notlar
Konu hakkında Uluğ İğdemir’in kitabı hâlâ tek eser olma özelliğini koruyor: “Kuleli Vak’ası Hakkında Bir Araştırma” (TTK, 1937).
Sorgu belgelerine ulaşan ve bu konuda bir kitap hazırladığını sevinçle öğrendiğimiz Burak Onaran’ın nefis makalesi “Tarih ve Toplum” dergisinin 2007 tarihli 5. sayısında çıktı (s. 9-35).
Cevdet Paşa “Tezâkir”in 2. cildinde olayı hem o devri yaşamış bir devlet adamı ve tarihçi gözüyle inceler hem de hukukî yönü üzerinde durur (TTK, 1991, s. 82-5).
Niyazi Berkes, Kuleli Vak’ası’nı çağdaşlaşmamızda olumlu bir aşama olarak görür (“Türkiye’de Çağdaşlaşma”, 1973, s. 241-4). Enver Ziya Karal kararsızdır, yabancı parmağından şüphelenir (“Osmanlı Tarihi”, II, s. 95-7). Mümtaz’er Türköne “Osmanlı Ansiklopedisi”ne yazdığı kısa değerlendirmede “İslamcı bir tepki” olarak değerlendirir (1993, c. 6, s. 148).

25 Ocak 2009, Pazar

Bir cevap yazın