1946 seçim faciası

Seçim tarihimizin gelmiş geçmiş en şaibeli, en lekeli ve sakat seçiminin 1946 yılında yapılan ilk çok partili seçim olması tam bir ironidir. Demokrasiye geçtik, geçiyoruz derken Tek Parti yönetiminin dizginleri bırakmamakta ne denli ısrarcı olduğu ve girilen demokrasi yolundan her an dönebileceği niyetini teşhir eden kritik bir hadisedir bu.

Yıllardan 1946, aylardan Eylül’dür… Demokrasi tarihimizin ilk tek dereceli genel seçimi yapılalı iki ay olmuştur. “Cumhuriyet” gazetesi sahibi Nadir Nadi, Mersin Asliye Ceza Mahkemesi’nden bir celp kâğıdı alır. Duruşmaya çağrılmaktadır. Suçum ne? diye araştırınca şaşırtıcı bir gerçekle burun buruna gelir. Meğer 21 Temmuz 1946 seçimlerinde muhabirleri Mersin’de “bir CHP görevlisinin cebinden çıkardığı bir tomar zarflanmış oy pusulasını herkesin gözü önünde sandığa attığını görmüş”, haber de ertesi günü gazetesinde çıkmıştır. Sandık görevlisi mahkemeye başvurmuş ve işin ilginç tarafı gazeteyi mahkûm ettirmiştir! Yolsuzluğu yapan değil, haber veren suçludur… (“Perde Aralığından”, 1991, s. 301-302.)

kapak

Ne var ki, 46 seçimlerindeki yolsuzluk ve usulsüzlükler saymakla bitecek gibi değil. Bu, demokrasiye sürülmüş kara bir lekeydi ve üstelik bunu itiraf edenlerin arasında bizzat CHP yöneticilerinin, hatta İsmet İnönü’nün de bulunması durumun vahametini ortaya koyar. Kimsenin gizleyemeyeceği karanlık işler çevrilmişti ve bunlar çuvala sığacak cinsten değildi.

icerik1

Tansiyon daha seçimden önce yükselmişti. İzmir’in bir köyünde bir DP’li yönetici yaralanmıştı. Daha vahimi, Aydın’da seçimden 48 saat önce bir DP ocak başkanı, bir öğretmen ile Menderes’in çiftlik kâhyasının öldürülmüş olmasıydı.

Bir başka facia daha: Oylar devlet görevlisi olan yetkililer önünde ‘açık’ olarak sandığa atılacak ve ‘gizli’ olarak ‘bir gün sonra’ sayılmaya başlanacaktı. Neden oy açık, neden sayım gizli ve neden bir gün sonra? Seçmenin baskı altında tutulmasından başka bir amaç da oylar iktidarın istediği yere verilmemişse ne yapıp edip verdirmekti.

Az daha unutuyordum, seçim kanunu gereği sayılıp sonucu ilan edilen oylar hiç bekletilmeden yakılarak imha edilecekti! Yargıç güvencesi gibi lüksleri hiç saymıyorum!

Seçim yapılır yapılmasına ama sonuçlar bir türlü açıklanamaz. Aslında her şey göz önünde cereyan etmiştir. Sonuçların ilanına da gerek yoktur. Zira oylar göstere göstere atılınca sandık başında bulunanlar hangi partiye kaç oy atıldığını önlerindeki kâğıda not etmişlerdir! Rakamlar havada uçuşur ama kesin sonuçlar ancak üç gün sonra açıklanacaktır.

Kendi hesabına göre kazandığını zannettiği seçimden Demokrat Parti yenilmiş, sadece 62 milletvekili çıkarabilmiştir. CHP’nin koltuk sayısı 397 olmuş, 3 de bağımsız milletvekili seçilmiştir.

İtirazları, protestoları, şaibe iddialarını tutmayın gitsin. İlki 40 bin kişiyle İzmir’de, ikincisi bin kişiyle Bursa’da ve devamında Konya, Adana ve Ankara’da gerçekleştirilen büyük mitinglerin ardından Ankara’ya gelen Fevzi Çakmak’ı karşılayan 40 bin kişilik kalabalık iktidara gözdağı verir. İstanbul’dakiler sesini çıkaramazlar, çünkü sıkıyönetim vardır! Celal Bayar’ın şiddetli bir protestosunu yayınlayan iki gazete anında kapatılır.

Meclis açılınca muhalefet şansını orada denemek ister ama itirazlar iktidar milletvekilleri tarafından reddedilir. Lakin ilk defa oyunun derdine düşen halkın itirazları bitecek gibi değildir. Karşılarına bu defa jandarma baskısı çıkarılacaktır.

Senirkent faciası

Hataylı Demokratların İnönü’ye çektikleri 23 Temmuz tarihli telgraf, zulümleri yansıtan bir ayna gibidir. Hataylılar oy verme işlemleri sırasında iktidarı tutan memurlar ile jandarma subay ve erlerinin “adeta mezalim şeklini alan tazyik, tehdit, süngü ve dipçikle döğme ve yaralama fiilleri biz Hataylıları kalbimizden yaraladı. Döğüldük, söğüldük, hapsedildik, dipçik ve süngü ile yaralandık, mukaddes haklarımız olan oylarımızı kullanırken, sandık başında, milletin gözü önünde koğulduk” diye şikayette bulunmakta ve bir zulümleri araştırma komisyonu kurulmasını talep etmektedirler.

Yalnız Hataylılar mı? Seçim sırasında ve sonrasında yapılan zulümler 1 Şubat 1947 tarihli “Tasvir” gazetesine olanca çıplaklığıyla yansır. Zulüm Isparta Senirkent’te de bütün dehşetiyle yaşanmıştır. Senirkentli mağdurlar jandarmanın yaptıklarını aylar sonra Noter’e tasdik ettirip gazete göndermişlerdir. Özetle şu zulümler icra edilmiştir:

1) Bir iskemlenin ayaklarına vatandaşın ayaklarını geçirip sandalyenin üzerine oturtulan jandarmanın yardımıyla ayakları patlayıncaya kadar dövmek,

2) Ağızlarına gem vurularak üstlerine bindirilen erlerle çeşme yalaklarından hayvanlar gibi suç içmeye götürülmek,

3) Islak ve karanlık bodrumlara hapsedilip üzerlerine 20-25 teneke su dökmek,

4) Şapkalarını çıkarıp içini pislikle doldurduktan sonra giymeye zorlamak, hatta şapkanın içindekileri içirmek,

5) Yüzüstü yere yatırıp namuslarına tecavüze yeltenerek mağdurlara dehşet vermek,

6) Soğuk gecelerde su dolu havuzlara atmak ve boğma tehditlerinde bulunmak…

Daha bunlar hepsi değildir ve mazlum olan bir tek Senirkent de değildir.

İnönü’nün itirafı

Ayyuka çıkan hile ve zulüm şikayetleri İsmet Paşa’nın kulağına gitmemiş olamaz. Ancak o bunlara kendisi dışında olmuş bitmiş şeyler gözüyle bakmayı tercih edecektir. Oysa Milli Eğitim Bakanlığı da yapmış olan Tahsin Banguoğlu, 1947 yazında İnönü’nün kendisini Florya’ya çağırdığını ve şunları söylediğini anlatır (Tercüman, 26 Mayıs 1986):

“Biliyor musun ne?, dedi. Bunlar bana demek isterler ki ‘Paşa, sen diktatörlükten vazgeçmek istiyorsun. Peki, bırak biz kendimize yeni bir diktatör buluruz.’ Halbuki ben diktatörlükten vazgeçmek değil, diktatörlüğü kaldırmak istiyorum. Vallahi onlar benden daha iyi bir diktatör bulamazlar.”

Siz bunu bir kenara kaydedin, ben İnönü’nün başka sözlerini özetleyerek aktarayım:

“Bu seçimlerde yapılan hilelerden haberim olmamıştır. Başbakan ve İçişleri Bakanı’nı çağırdım. Kim yaptı, kim yaptırdı, diye sordum. Haberleri olmadığını söyleyip reddettiler. Sonra İçişleri Bakanı istifa etti ve seçim hilelerinin vebali Parti’nin üzerine kaldı. Seçim hileleri bizde eski bir hastalıktır. Tek Parti zamanında bile bu hastalığı önleyememişizdir. Hatırlarım, bir defasında İstanbul Valisi bir seçimden sonra gelip anlatmıştı: Sandıklar açılmış, oylar sayılmış ve Kâzım Karabekir’e 2 oy çıkmış. Durumu Ankara’ya bildirmiş. Ankara ‘Bu iki oyu imha et’ diye emir vermiş. O da imha etmiş.” (Milliyet, 1 Ocak 1975.)

Cemil Koçak, Cumhurbaşkanı İnönü ve diğer CHP yöneticilerinin seçim rezaletindeki siyasî sorumluluğu üzerlerine almak yerine alt kadrolara atmalarının aslında 23 yıldır Tek Parti yönetiminin vesayetiyle toplumun bir gün gerçekleşecek olan çok partili seçim için yetiştirildiği iddiasını çürüttüğünü söylemektedir. Aslında bir yerde rejimin ve İnönü’nün böyle bir amaç (benim deyişimle niyet) taşımadıklarının da itirafı olmaktadır bu savunmalar. (İktidar ve Demokratlar, 2012, s. 531-2.)

Dayak yiyen seçmenler

Eski CHP senatörü Sırrı Atalay’ın anılarından aktarıyorum. Kendisi 46 seçimlerinde Lice’de savcı yardımcısıdır. Oy sandığının başına gider. Bakar ki masada sadece CHP oy pusulaları var, halk da sessizce bekliyor. Diğer partilerin oyları nerede? diye sorar. Memur çekmeceden çıkarıp uzatır. Bunun kanunda yeri olmadığını söyleyince kalabalığın dili çözülür. O da bir şey mi derler ve zorla oy kullandırmalarından, gelmeyenlerin oylarının kullanılmasından şikayet ederler. Hatta karakolda 3-4 gencin dayak yemekte olduğunu söylerler. Suçları, masada diğer partilerin oy pusulalarının bulundurulmasını istemekmiş. İçeri almış, bir de dayak faslı geçmişler. Gençleri serbest bıraktırır. İki gün sonra bazı kadınlar yakınlarının jandarma tarafından seçim günü tutuklandıklarını, sıra dayağı çekildiğini ve karakolda tutulduklarını haber verirler. Savcı koşar ve ifadelerini alıp hepsini serbest bıraktırır. (Bir Ömür Politika, 1986, s. 147-9.)

6 Nisan 2014, Pazar

3 Comments

Bir yanıt yazın