Abdülhamid Chicago’da ne yaptı?
eçenlerde Amerikalı Osmanlı tarihçisi Heath Lowry ile birlikteydik. Kuzey Yunanistan’ı dağ taş demeden gezip araştırmalar yapıyormuş. “Hayırdır” dedim, “neyin peşindesiniz şimdi de?” Bana Gazi Evrenos Bey’in ayak izlerinin peşinde olduğunu söyledi.
Bu bir tek adamın sadece kılıçla değil, bilgiyle, ticaretle, dinle ilgili konularda Yunanistan topraklarına ektiği mimari tohumların bölgeyi nasıl asırlarca canlı tuttuğundan, dahası, eserlerinin son dönemde ortadan kaybolduğundan acı duyarak bahsetti. İçime eğilip baktım o sırada; onunki kadar acı telvesi görünmüyordu!
Osmanlı günümüzde enine, boyuna, derinliğine ve yer altı dünyasına kadar yoğun bir arama bölgesi haline gelmiş durumda. Bakıyorsunuz iki arkeolog çıkmış (Uzi Baram ve Lynda Carroll), “Osmanlı arkeolojisi”nin elzemliğinden dem vuruyor. Bir başkası (İsrailli Amy Singer), “Osmanlı filantropisi”ni, yani hayırseverliğini sosyal bilimlerin projektörü altına yatırıyor. Öte yanda Usame Makdisi diye biri “Osmanlı Oryantalizmi” kavramını postalıyor uzmanlarımızın rahat döşeklerine. Diyeceğim o ki, şu günlerde Osmanlı, yeni bir baharına eriyor. Bizi yeni yüzleriyle karşılıyor, buyur ediyor bakir kıtasına.
Makdisi’nin makalesi bana, özellikle II. Abdülhamid’in devrin sanayileşmiş ülkelerinin gövde gösterisine, hatta “sanayi âyini”ne dönüşen Dünya Fuarı’ndaki ilginç tutumunu hatırlattı. 1893 yılında Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfinin 400. yıldönümü kutlamaları çerçevesinde Şikago’da düzenlenen Dünya Fuarı’na İngiliz işgali altındaki Mısır da katılmış ve Mısırlılar tam bir Şarklı mahlukların “hayvanat bahçesi” gibi teşhir edilmişti. Özel olarak Mısır’dan getirilen eşeklerle ‘modern’ Avrupalı Doğu heveslilerine turlar attırılıyor, Şark’ın efsunkâr güzelliklerini en azından tatmaları sağlanıyordu. Sergi pavyonlarında ise hep geleneksel sanatlar veya kıyafetler, folklorik veya etnografik unsurlar Batılı göze hoş gelecek şekilde takdim olunuyordu.
Oysa sömürgeciliğe direnerek modernleşmek gibi zorlu ve soylu bir yol tutturmuş olan Osmanlı Devleti, müşterilerine tatsız bir sürpriz hazırlamıştı. Görmek istediği türden seyirlik ve mahmur bir Şark sergisi gezmek için koşup gelen Avrupalı ve Amerikalı bay ve bayanlar, Osmanlı standında tam bir hayal kırıklığı yaşadılar.
19 Şubat 1891’de Şikago’dan davet geldiğinde hesap kitap yapılmış, karşılarına bayağı yüksek bir meblağ çıkınca, sergiye devletin katılmasının pahalıya patlayacağı gerekçesiyle ihale özel bir şirkete, Suhami Sadullah ve Kumpanyası’na verildi. Şirket çeşitli projeler hazırlayıp sundu yöneticilere. Kurulacak “Türk köyü”ne Sultanahmet Çeşmesi şeklinde bir Osmanlı çarşısı yapılacak, Sultanahmet’teki dikilitaşın bir kopyası ve en önemlisi de Süleymaniye Camii’nin küçük ölçekli bir benzeri dikilecekti. Ancak şirket hemen uyarıldı. Devlet, kıyıda köşede bir sığıntı gibi yer almak istemiyor, onuruna gölge düşürmeyecek merkezî bir alan istiyordu. İstek karşılanmış olmalı ki, Türk köyünün Alman ve Hollanda köyleriyle aynı sokakta yer aldığını görüyoruz. Ayrıca Türkçe, Arapça ve İngilizce yayınlanacak bir gazete çıkartılıyor, bir tiyatro kuruluyor, Osmanlı memleketlerini tanıtan geniş bir fotoğraf sergisi açılıyor, soylu Arap atlarının sergileneceği Sultanahmet’teki gibi bir Atmeydanı tasarlanıyordu.
Gelgelelim, çift kubbeli ahşap bir binadan oluşan sergi mekânı iyi hoştu da, sergilenen eşya bir tuhaftı sanki. Feshane imalatı kırmızı bir kumaşın üzerine bayrağımızın ay ve yıldızı işlenmiş ve duvarların bir kısmı bunlarla kaplanmıştı. Vitrin camlarına bile ay yıldız işlenmişti. “Biz buradayız” mesajı verilmek için elden gelen yapılmıştı; biz buradayız ve dimdik ayaktayız!
Bir Batılının aklını karıştıracak her türlü karşı harekât gözleniyordu bu salonda. Mesela Yemen kahvesi ile tuz çuvalının yanında garip metal cisimler göze batıyordu. Bunlar Tersane-i Hümayun’da imal edilmiş torpidolardan başkası değildi! Yine mesela Girit sabunları ve çeşitli maden numunelerinin arasına bir yangın söndürme aracı yerleştirilmişti ustaca. Hereke’de, Şam’da, Kosova’da, Trabzon’da vs. imal edilen el yapımı tekstil, gümüş, altın işlemeler, Sultan’ın özel kuyumcusu Çubukçuyan’ın muhteşem takıları özellikle hanımları büyülüyordu. Bakıyordunuz ki, telgraf ve çeşitli elektrik makineleri yün, pamuk, ipek, pirinç ve haşhaş örneklerinin baş ucunda bir diken gibi parlatıyor dişlerini. Bir Osmanlı kruvazörünün maketi, Osmanlı modernliğinin sembolü olarak itinayla yerleştirilmişti. Böylece Şikago’da tam 3 bin farklı ürün sergilenmiş, belki bu tanıtıma oluk oluk para akıtan Amerika, İngiltere ve Fransa ile yarışılamamıştı ama, İspanya gibi birçok Avrupa ülkesine fark atılmıştı.
Sonuçta mesaj verilmişti: Biz “Hasta Adam” değiliz; modern dünyaya uyum sağlayan bir bünyeyiz. Ama kendi kimliğimiz ve farklılığımızla.
Tabii yumuşak bir Şark atmosferi bekleyenler için hayal kırıklığını beraberinde getiren bu sergi, Abdülhamid’in “kurtlarla ulumak” şeklinde özetlenebilecek olan ince stratejisinin görkemli bir şovuna dönüşmüştü. Bu sebepledir ki, Abdülhamid fuar için kendisine sunulan teklifler arasında sema eden dervişleri gördüğü zaman sinirinden köpürmüştü. Ona göre, kendimizi Batılının gözüne folklorik bir malzeme gibi sunma çabası yerine, diri, ilerleyen, kalkınan, bilim ve teknolojiye açık bir ülke imajına sarılmamız gerekiyordu. Tabii aynı padişah, fuar idaresine, yapacakları caminin civarında eğlence yerleri bulunmamasını tembihleyecek kadar da kimlik ve onuruna sahip çıkıyordu.
Yıl 1893. Çöktü çöküyor dediğimiz Osmanlı, Batılı gözün bizi görmek istediği kalıba böyle direniyordu. Ve yıl 2005. Neredeyse her 5 yıldızlı otelimizde bir semazen takımı var. Fark, intihar mı etti?
Do you want Search?
Random Post
Search
previous