Abdülhamid’in gülen yüzü

Abdülhamid’in gülen yüzü
Geçenlerde unutulmuş yazarlarımızdan Semih Mümtaz S.’nin Evvel Zaman İçinde (1946) adlı kitabının sayfaları arasında kaybolurken yakın tarihimizin o ağırbaşlı şahsiyetlerinin komik, tuhaf, yer yer beceriksiz, yer yer göz yaşartıcı sıradan hayat sahnelerinden niçin bu kadar az haberdarız? diye hayıflandım kendi kendime. Sadece siyasetteki, idaredeki, savaş meydanlarındaki başarı veya başarısızlıklar üzerine kurulu bir tarih anlayışından daha fazlası da beklenmezdi zaten.

Sadrazam Mümtaz Reşid Paşa’nın torunudur Semih Mümtaz S.. Mümtaz Reşid Paşa da isminden anlaşılabileceği gibi Tanzimat’ın mimarı Mustafa Reşid Paşa’nın yetiştirmesidir.* Yazar, saray ve devlet adamlarıyla çocukluğundan beri hemhal olmasının getirdiği avantajla oldukça çarpıcı portreler çizebilmekte, aileden duyduklarını aktarmasıyla (mesela II. Mahmud ile ilgili anlattığı çok hoş hikayeler) da bu tablo sürpriz anekdotların keyifli denizlerine açılmaktadır.

Burada size Abdülhamid ile ilgili anlattıklarından bazılarını özetleyerek nakletmek istiyorum. Umarım ilginizi çeker:

Abdülhamid’in en büyük özelliklerinden birisi iyi giyinmek ve bir defa olsun namazı terk etmediği ve kanepelerin üzerinde diz üstü oturduğu (dolayısıyla pantolonu çabuk buruştuğu) için günde iki üç defa elbise değiştirmekti. Kruvaze ceket giyerdi. Düğmelerini ilikler, mendil cebine incecik bir kordonla saatini koyar, mendilini ise sol koluna sıkıştırırdı. Boyunbağları daima ve mutlaka çoraplarının rengi ile uyumlu olurdu. Her zaman beyaz gömlek (o zamanlar “frenk gömleği”) ve yerli malı kumaştan yapılmış elbiseler giyerdi. Özellikle Hereke’de dokunmuş kumaşları tercih eder, fakat onların istediği gibi yumuşak olmayışından şikayet etmekten de geri durmazdı. Huzuruna çıkanları yeni bir elbise giyinmiş görse, “Benimki sizinki kadar şık değil ama halis Türk malı, Hereke kumaşıdır” diye övünürdü. Sarayda başı açık gezer, yalnız namaz kılarken takke giyerdi. Saçlarını sağdan ayırır ve sık sık da fırçalardı. Her sabah kendi başına banyo yapar, kendi kurulanırdı. “İsraf haramdır”, şiarıydı. Musahip Nadir Ağa’yı hemen her gün alışverişe yollar, dönüşte tek tek aldıklarının hesabını sorardı. Haremde hanımları ve hazinedarlarından başkasıyla görüşmezdi. Yıldız Sarayı’nın bahçesinde halayıkların, hazinedarların, bekar sultan ve şehzadelerin koşup eğlenmesinden hoşlanır, hatta bazan aralarına girerek muziplikler yapar, şakalaşırdı. Çalışma saatleri dakikası dakikasına belliydi. Temizliğe çok düşkün olduğu için daima elinde gezdirdiği Atkinson marka kolonya şişesini bir kaç saat içerisinde sürer, bitirirdi. Kilercibaşı Hüseyin Efendi’nin dediği doğruysa hararetli bir günde tam iki sürahiyi afiyetle içmiştir!

Bir hadiseyi daha zikrediyor Semih Mümtaz. Bir gün Abdülhamid, Başvekili Ahmed Vefik Paşa’yı çağırır ve gece sarayda kalmasını “emreder”. Paşa kalır kalmasına ama gözüne uyku girmez. Çünkü yatak ipekler içindedir, çarşaf ve yastık yüzleri ipektendir, yorganlar ipekli ve sırmalıdır. Ne zaman yatakta dönmeye kalksa bir hışırtıdır gider. Elini oynatsa “fııış” diye bir ses duyar. Sabaha kadar yatakta bir o yana, bir bu yana döner durur. Bir hafta sonra padişah kendisine yeniden emreder sarayda kalmasını. Paşa bir uykusuzluğu daha göze alamaz ama ortada emr-i padişahi vardır. Sonunda çareyi bulur: Karısının hastalığını bahane ederek eve kadar gider ve arabasına evindeki yatağını yorganını doldurur, entarisini ve terliklerini giyer, dayanır sarayın kapısına. Kapıcılara o kıyafetle “Beni yatak odama götürün!” diye emir vererek saraya girer ve evindeymiş gibi rahat rahat uyur. Abdülhamid ise -Paşa’ya bunu bile bile mi yapmıştır bilinmez ama- hadiseyi haftalarca kime rastladıysa anlatmış ve her seferinde gülmüştür.

“İnsan Abdülhamid” ile ilgili daha pek çok hadiseyi anlatıyor yazar, ne var ki yerimiz ancak bu kadarına elveriyor. Zaten herhalde tarihin insanca yüzüne ancak bu tür tarafsız, sıcak ve yakın plan portrelerle yaklaşabiliriz gibi bir sonucu sizler de benim gibi çıkarmış olmalısınız aktardıklarımdan. Ey tarihçiler! Bu sıcaklığı eksik etmeyin eserlerinizden olmaz mı?

* Bilindiği gibi Mustafa Reşid Paşa, çevresindeki yetenekli gençlerin elinden tutmuş ve bir kısmına ismindeki “Reşid”i, bazılarına ise her iki ismini birden vermiş, zihniyet sülbünün isimlerde de devamını sağlamıştır. Ali Paşa ise adam yetiştirmemek ve yetişen adamları köreltmekle şöhret bulmuştur. Bu iki Tanzimat paşasının adam yetiştirme bakımından entelektüel geleneğimizi belirlemiş olduğunu düşünüyorum. Mesela “sol” aydın, kendi etrafına adam toplamakta ve görüşlerini pekiştirmekte ne kadar başarılı olmuşsa, “sağ” aydın kendisiyle başlayıp kendisiyle biten bir projenin mimarı olmuş, dolayısıyla birincisi Reşidci, ikincisi Alici kolu temsil etmiştir.

Padişahlar da güler!

Tarihin içindeki harareti, sevecenliği, o insana çok yakışan tezadları yeniden farketmek mümkün mü acaba? Tarihe mal olmuş şahsiyetler de bizim gibi güler, bizim gibi ağlar, yaptıklarından pişman olup geceler boyu kendi kendilerini yiyip bitirirler miydi? Mesela padişahlar hiç dizlerine vura vura kahkaha atmaz, vezirlerinin enselerine iki babacan sille aşketmez, haremindekilere muziplikler yapmaz, o uzun saltanat senelerinde canları sıkılmaz mıydı? Ya kendilerine şaka yapılmasını nasıl karşılar, nasıl mukabele ederlerdi? Aklıma hemen geliveren bir örnek, Fatih Sultan Mehmed ile ilgilidir. Sehi Bey’in Heşt Behişt’te naklettiğine göre devrin ünlü düşünür ve müderrislerinden Molla Lütfi (ki 1494 tarihinde II. Bayezid zamanında öldürülmüştür) ile Fatih arasında şöyle bir hadise cereyan etmiştir:

Fatih’in hafız-ı kütüb’ü, yani kütüphanecisi olan Molla Lütfi, padişahla sohbetlerde bulunur, hatta işi şakalaşmaya kadar vardırırmış. Bir gün Sultan Mehmed kütüphaneden bir kitap istemiş. İstediği kitap yüksekte olduğu için Molla Lütfi’nin eli yetişmemiş. O sırada yerde duran bir mermer parçasının üstüne basarak kitaba uzanmak isteyen Molla Lütfi’ye Fatih, “Hele neyledin? Ol taş İsa aleyhisselamın üzerinde doğduğu taştır” diyerek engel olmuş. Neyse, bir şekilde kitabına kavuşan Sultan, tetebbuya dalmışken, Molla Lütfi’nin aklına hınzırca bir mukabelede bulunmak fikri gelmiş. Kitapların üstüne örtülmüş güvelerin delik deşik ettiği bir bez parçasını büyük bir edep ve saygı ile eğilerek alıp Sultan’ın dizinin üzerine “i’zaz ve ikram üslubunda” koymuş. Tabii Fatih’in tepkisi gecikmemiş. Bu kirli, necis bezi neden üzerine koyduğunu sormuş hiddetle. Molla Lütfi’nin cevabı, Fatih’i mat etmeye yetmiş: “Devletlü padişah, neye bihuzur (huzursuz) olursuz? Bu bez, İsa Peygamber’in beşiği(nin) bezidir.”

Sehi Bey, sözlerine Molla Lütfi’nin padişahın huzurunda yaptığı bu tür şaka ve nüktelerin sayılamayacak kadar çok olduğunu ekler. Demek ki, Fatih’in o otoriter yüzünün gerisinde bu tür şaka ve nükteleri kaldıracak ve belki de kimbilir onlardaki zeka pırıltılarından zevk alacak bir başka yüzü bekliyor bizi.

Bir yanıt yazın