Altın çağ arayışı

Altın çağ arayışı
“Nerede o eski günler” teranesi yalnızca yaşlanmaya matuf bir hayıflanma ifadesi olmaktan öte sosyal ve psikolojik yönlere de sahiptir. Zaman karşısında alınan bir tür savunma, daha doğrusu “avunma” refleksinden ibarettir. Ve zannetmeyin ki sadece bize mahsustur. Bugünün New Yorkluları bile 1930’ların acar girişimcilerinin cirit attığı canlı şehirlerini özlüyorlar.
“Nerede o eski bayramlar” nakaratının dilimizden, medyamızdan düşmediği bugünlerde acaba tarihle bir alakasını kurabilir miyim bunun? diye düşündüm. Acaba hep böyle mi olmuştu geçmişte de? İnsanlar eski, daha eski günlerine veya dönemlerine, tarihlerinin belli bir kesitine neden kendilerini daha yakın hissederler? Dahası, bu “hissediş”in aklî bir izahı var mıdır?
Sözü, anlaşmamızı kolaylaştırmak için Osmanlı tarihinden bir örneğe getirmek istiyorum. Hani şu dilimize pelesenk ettiğimiz Osmanlı Devleti’nin Kanuni döneminden itibaren bozulmaya başladığı şeklindeki yaygın; fakat bir o kadar da içi boş teze bu açıdan bir bakalım isterseniz.
Bu tezin savunucuları (benim de içerisinde bulunduğum çok dar bir tarihçi ve araştırmacı zümresi dışındaki herkesi bu ‘savunucular’ın içine sokabilirsiniz rahatlıkla) ilk elde Koçi Beğ’in Risalesi’nden dem vurmakta ve 17. yüzyılda yazdığı eserinde devletin yeniçerisinden toprak rejimine kadar neredeyse tepeden tırnağa ‘bozulduğu’na dair sözlerini nakletmekle yetinmektedirler.
Öncelikle şunu ayırt etmeliyiz: Bir insanın tarihe bir belge, bir vesika bırakması ile bu belgenin eleştirilmeden kabul edilmesi ayrı ayrı şeylerdir. Belgenin doğru ve sahih olması, aynı belgenin hakikati “aynen yansıttığı”nı göstermez. Her belge, bir sis perdesini aralar tarihte; fakat kendi sisini de salmaktan geri kalmaz. Aydınlattığı kadar karartabilir de. Doğruya götürebildiği oranda yanıltabilir de bizi.
Bunun için tarih, İlber Ortaylı’nın deyişiyle “sonsuz bir antrenman”dır. Tarihçi, asıl maça hazırlanmak için formunu sürekli korumak zorunda olan ve bunun için de sürekli antrenman yapan sporcu gibi olmalıdır.
Oysa, Koçi Beğ’e dönersek, Kanuni döneminin “altın çağ” olarak gösterilmesi 17. yüzyılda ortaya çıkmış bir ideolojidir aslında. Daha önceleri yazan Osmanlı tarihçileri de kendi dönemlerini tenkit ediyorlardı.
Halil İnalcık’ın “Periods in Ottoman History” adlı makalesinde vukufla dile getirdiği gibi, II. Bayezid döneminde yazılan tarihle ilgili eserlerde Fatih dönemi “Frenkleşme”, yani Hıristiyanlara mahsus örf ve âdetlerin benimsenmeye başlanması yüzünden eleştirilmiştir. Yavuz ve Kanuni dönemlerindeki eserlerde ise (mesela Kemalpaşazade’nin Tevârih�i Âli Osman’ı) saray merasimlerinin, merkezi bir idarenin kurulmasının ve II. Bayezid döneminde ortaya çıkan “Frenk” âdetlerinin en acı eleştirilerini buluyoruz. Şehzade Korkut da, 1490’larda yazdığı bir mektupta, Fatih’in medrese sistemini devlete bağlayarak ilim hayatını dumura uğrattığını ve medreseleri yozlaştırdığını söylüyor.
Şimdi “bozulma” tezini savunanların mantığından gidecek olursak, Osmanlı Devleti’nin daha Fatih devrinde bozulmaya başladığını söylememiz gerekecek. Ve eğer Osmanlı Devleti daha Fatih devrinde bozulmaya başlamışsa, bu devletin “bozulmamış”, “saf”, “temiz” altın çağı hiç oldu mu? diye sormak en tabii hakkımız olmaz mı?
Belki de aradığımız altın çağ tarihte peygamber çağları müstesna hiç olmadı. Ne dersiniz?

Bir cevap yazın