Amerika çöküyor mu?

Amerika çöküyor mu?

Harvard’da Osmanlı tarihi okutan değerli tarihçimiz Cemal Kafadar, hep yaptığı gibi yine can damarını yakalamış meselenin. Soruya artık bu köşeden aşinalık kesbetmişsinizdir: Osmanlı geriledi mi gerçekten de? Cevap, hakiki bir tarih hocasının bilgeliğini yansıtıyor: Osmanlı gerilemişse bile ben bilmiyorum! *

Bu çarpıcı cevabın altı ise çok daha çarpıcı soru ve cevaplarla doldurulmuş tarihçimiz tarafından. Mesela soruyor: Bugün Amerika gerileme/çöküş halinde midir?

Bazılarına göre evet. Buna mukabil bazılarına göre ise iyice önü açılmış, daha önce olmadığı ölçüde dünya üzerindeki hakimiyetini pekiştirmektedir Amerika.

John Lukacs bir kitap bile yazdı Amerikan Yüzyılının Sonu adıyla. Fakat bu nasıl bir “gerileme”dir ki, Amerika hala dünyanın gayri safi hasılasının neredeyse üçte birini tek başına sağlayabilmektedir? Bu nasıl bir yozlaşmadır ki, kendi başkanını yargıç önünde terletebilmekte, aylarca adaletin pençesinde süründürebilmektedir? Bu nasıl bir gerilemedir ki, 72 milletten insan Amerikan tabiyetine geçmek için can atabilmektedir?

Amerika gerilemekte ise de ben bilmiyorum!

Neye göre geriliyor? Kime göre? Ve nasıl? Tam olarak ne zaman?

Osmanlı devletinin üç buçuk asır, yani devletin ömrünün yarısından fazla süren bir gerilemesi/çöküşü mantıklı geliyor mu size?

Nedense kendimizi Osmanlı Devleti’nin nispeten muzaffer olamadığı dönemlere yakıştıramıyoruz bir türlü. İlla zaferden zafere koşacak, sınırları genişletecek, yeni ülkeler fethedecek…

Bunun ilelebet devam edemeyecek kadar zorlu ve toplumsal maliyeti yüksek, yıpratıcı bir süreç olduğunu nedense kabul etmek istemiyoruz. Bir sefer açmanın ekonomiye ve topluma neye mal olduğunu bilmeyen insanlar, Sınırlar neden daha ileriye götürülmedi? diye sorabiliyorlar koltuklarında esneyerek.

Osmanlıların ilk fütühata çıktıkları Balkanlar ve Doğu Avrupa’daki şehirler ile Orta ve Batı Avrupa’daki şehirler arasındaki baş döndürücü uçurumu bilmiyoruz. Avrupa krallarının seferleri bir tür borsa yatırımına dönüştürdüklerini, burjuva ve aristokratların bu seferlere para ve mal yatırıp kazandıklarında misliyle kendilerine ganimetten pay verildiğini de bilmiyoruz.

Altın Çağ… Kanuni dönemi… Zirve…

Peki 1799’da vefat eden Şeyh Galib, Baki’den daha kötü bir şair mi? Kazasker Mustafa İzzet, Süleymaniye Camii’nin kubbelerini hatlarıyla deveran eden Karahisari’den daha mı “geri”dir?

Geçenlerde İlber Ortaylı hoca ile konuşuyorduk. Ben, dedi, Cumhuriyet yöneticileri ve tarihçilerinin Osmanlı’nın gerilemesine neden karşı olduklarını pek çözemedim. Bu bizim gerileme dediğimiz dönem, aynı zamanda Batılılaşma dönemi değil mi? E, Cumhuriyet’i kuranlar da Batılılaşmayı, hem de en radikal bir şekilde savunup uygulamadılar mı? O zaman bugün gerileme dönemi dediğimiz dönem, Cumhuriyet’i hazırlayan dönemdir aynı zamanda. Ama Kemalist tarih yazımı ısrarla kendisini Osmanlı’nın yükselme dönemiyle özdeşleştirmeye çalışıyor da, gerileme dönemine tövbe yanaşmıyor…

Bu neye benziyor biliyor musunuz: İkinci Mahmut ve İkinci Abdülhamit dönemlerini yaşamamış bir Osmanlı toplumundan Atatürk’ün çıkabileceği yönündeki safderunluğa.

Tarihi hadiseler bir zincirin halkaları gibidir. Osmanlı Devleti’nin sınırlarının geriye çekilmesini mutlaklaştırırsanız, üç buçuk asırlık sözde gerileme dönemindeki pek çok şerefli ve parlak sayfayı da gözden kaçırırsınız.

Mesela Rifaat Aboul Hajj yazdı**, 1699 Karlofça Antlaşması’nda bile öyle zannedildiği gibi teslim olmuş bir Osmanlı yok. Köy köy, kasaba kasaba, kale kale, her karış toprağını masa başında takır takır savunmuş, devletin ve padişahın itibarını hep ön planda tutmuş bir diplomasi izleniyor Karlofça’da. Açık konuşayım, eğer şimdiki teslimiyetçi ruhumuzla orada biz olsaydık, 18. yüzyılın ortasını bile zor görürdük.

“Şu kaleyi veririm; ama buna mukabil işgal ettiğin filanca kaleyi de isterim.” tarzında, hiçbir zillet izi taşımayan şanlı şerefli bir diplomasi yürütülür Karlofça’da. Düşünün ki bu başarılı diplomasiyi yürütenler ilk defa pazarlık masasına oturan bir devletin erkanıdır. Ve bu toplantıya mağlup taraf olarak giren, ama daha fazlasını koparacağını sanan Avrupalı burnu büyümekte olan diplomatlara diplomasi dersi vererek çıkan heyetin başkanı, sonradan sadrazam olan ve İstanbul’da bir semte adını veren Rami Mehmet Paşa idi…

Unutulmamalı ki, enerjisinin son damlasına kadar emperyalizmle mücadele eden ve bu mücadeleyi üç buçuk asır devam ettirebilen bir devletin enkazından doğdu Türkiye Cumhuriyeti. Aradaki farkı anlayabilmek için yenik olarak masaya oturulan Karlofça ile muzaffer olarak oturulan Lozan’ın sonuçlarını karşılaştırmak yeterlidir…

* “The Question of Ottoman Decline”, Harvard Middle Eastern and Islamic Review, 4 (1997-1998), 1-2: s. 30.

** Tarih ve Toplum dergisinin Kasım ve Aralık 1999 sayıları.

Bir yanıt yazın