• Home
  • Genel
  • Amerika’nın yediği Osmanlı tokadı

Amerika’nın yediği Osmanlı tokadı

Amerika’nın yediği Osmanlı tokadı
Malum, Amerika bir İngiliz sömürgesiydi. Bağımsızlığa giden yol, 5 Mart 1770’te İngiliz askerlerinin Amerikan halkına karşı gerçekleştirdiği kanlı Boston katliamıyla genişledi ve 1775’te savaş patlak verdi; 1783’te imzalanan barış antlaşmasıyla da bağımsızlığına kavuşmuş oldu.
Osmanlı-Amerika ilişkileri de, tabiatıyla bu tarihten itibaren başlamış oluyordu. O devirde “korsanlar”, denizlerin görünmez hakimleriydi. Özellikle de otoritenin zayıfladığı sıralar denizleri korsanların cirit attığı arenalar haline getiriyordu. Kendi çöplüklerinde izinleri olmadan gemi yüzdürmek, kelimenin gerçek anlamıyla “kaşınmak” anlamına geliyordu. Tarih Batı-merkezli yazıldığı için korsanlık denildiği zaman yalnız Berberi korsanları anılır; ne İspanyol, ne de İngiliz korsanlarından söz edilir. Ancak korsanlık, savaşın tabii bir uzantısıydı o devirlerde ve Amerikan bağımsızlık savaşında Amerikalı korsanların İngiliz gemilerine verdiği zayiat, unutulacak cinsten değildi. Demek ki korsanlığı o dönemin bir deniz realitesi olarak düşünmekte fayda var.
İşte korsanlığı işine geldiği zaman tecviz eden aynı Amerika, yağlı limanlar bulmak amacıyla Akdeniz’e yanaşmaktadır. Ama Berberi korsanları, avuçlarının içi gibi bildikleri bu denizde yeni misafirlerine hoşgeldin demekte gecikmeyeceklerdir. Bu acemi gemiler, korsanların çelik pençelerine düşüverir birer birer. Mesela Müslüman korsanlar, 1783’te, “semiz ördek” diye dalga geçtikleri Amerikan gemilerinden yıllık 80 bin dolar haraç istemişler ve söke söke de almışlardı. 1787’de 100 kadar Amerikalı denizci, korsanların eline esir düşmüş ve ABD, onları kurtarmak için 40 bin dolar fidye, 25 bin dolar da haraç vermek zorunda kalmıştı. 1794’e gelince, durum daha da vahimleşmiş ve korsanlar tam 11 Amerikan gemisini ele geçirmişler, 119 kişilik mürettebatı da esir almışlardı. Hatta bu çekirdekten yetişme korsanlar Akdeniz’le de yetinmiyor, Atlas Okyanusu’na seferler düzenliyor, İrlanda’nın batı sahillerine kadar dehşet saçabiliyorlardı. Velhasıl, Akdeniz’in giriş ve çıkışı onlardan soruluyordu.
O sırada bağımsızlık savaşının barut ve kan kokuları henüz dimağlarından silinmemiş olan Amerikan başkanları, başlarının bu “ırak” diyarda daha fazla derde girmesini istemiyor, korsanların bütün isteklerine boyun eğiyorlardı. Nitekim 1795’te Amerikan Kongresi, tarihinin en ağır haracını onaylamış, nakit olarak yıllık 642.500 dolar, gerekli mühimmat ve 36 topa sahip bir adet de fırkateyni korsanlara vermeye razı olmuştu. İlaveten yine her yıl, 21.600 dolar değerinde deniz araç-gereci de korsanların ellerine teslim edilecekti. Buna karşılık Akdeniz, Amerikan gemilerinin huzur içinde seyrüseferine açılacaktı.
Tam duyamadım, “Pes birader! Bu bir hazine!” mi dediniz? Durun, dahası var. Amerikan gemilerinde seyahat edenler şu veya bu nedenle esir düşerlerse onlara da bir fiyat biçilmişti bu anlaşmada. ABD, Cezayir’e yolcular için kişi başına 4.000 dolar, kabin görevlileri için de 1.400 dolar ödeyecekti. Gerçi Amerikan makamları bu ücretleri fahiş bularak pazarlık yapıp indirim yaptırmışlardı; ama sonunda kaderlerine razı oldular. Anlaşma metni yalnız Türkçe yazılmış (burada belirtelim ki, ABD’nin bir yabancı ülke ile, yalnızca o ülkenin dilinde yaptığı tek anlaşma bu olmuştur), Cezayir’de imzalanmış ve 1796 Mart’ında Amerikan Senatosu tarafından onaylanmıştır. Kaynaklar, anlaşma sonucunda serbest bırakılan rehinelerin anlattığı acıklı esaret hikâyelerinden Amerikan halkının 11 Eylül’ü aratmayacak travmalar yaşadığını da nakletmeden geçmiyor. Ancak 1800 yılında cereyan eden bir olay, Amerika ile Osmanlı himayesindeki Berberiler arasındaki iplerin kopmasına yol açacaktır. Kaptan William Bainbridge, Cezayir’e Amerika’nın yıllık haracını ödemek için gelir. Limana Amerikan bayrağıyla giremeyeceği söylenir kendisine ve bayrak indirtilir, yerine Osmanlı bayrağı çekilir. Haraç, doğrudan Sultan’a ödenecektir. Bu yüzden kendisine eşlik eden Cezayir gemileriyle birlikte Kaptan İstanbul’a götürülüp padişahın huzuruna çıkartılır. Böylece İstanbul’a ilk resmi Amerikan yetkilisi, adımını atmış olur. Kaptan memleketine dönüşünde, bir daha Cezayir’e gitmeye tövbe etmiştir. Bu olayın ardından Amerika’nın o zamanki “şer üçgeni” belli olmuş gibidir: Cezayir, Trablus ve Derne (son ikisi bugün Libya sınırları içindedir).
Amerika’nın Cezayir’e verdiği tavizler, Trablus Paşası Yusuf’un gözünden kaçmayacaktır. O da yükseltir taleplerini. Mesela o sırada George Washington ölmüştür, yeni Başkan Adams’a bir devlet başkanı öldüğünde yerine geçen başkanın ödemesi gereken özel haraç hatırlatılır. Ne kadar mı? Yusuf Paşa, Washington’un ölümüne bir de değer biçmiştir: 10 bin dolar. Artık istenen haraçlar altından kalkılır gibi değildir. Düşünün ki, 1800 yılında yıllık haraç miktarı tam 2 milyon dolara ulaşmaktadır ve bu miktar, ABD’nin sadece 10 milyon dolar olan yıllık gelirinin beşte birine denktir. Gelin görün ki, yapılan bir seçimde “şahin” Jefferson başkan seçilmiştir; onun döneminde işler daha da çetrefilleşecek, Amerika, Osmanlı limanlarına çıkarma yapmaya kadar götürecektir işi. Bunu başarıp başaramadığı ise bu yazıya sığmayacak kadar uzun, upuzun bir hikâye.
Bir “metal fırtına”nın ayak sesleri duyulmakta, tarihin mermer tenine gömülmüş bir gölge daha doğrulmaktadır. Dostlar; yıkıldı, yıkılıyor denilen Osmanlı leventlerinin ABD filosuyla nasıl başımızı öne eğdirmeden savaştıklarını görmek için haftaya, yine bu sayfadayız…

Bir yanıt yazın