Asıl paşalar tutuklaması 1926’daydı
İkide bir söylüyorlar: “Bu bir ilk”miş. Güya paşalar ilk defa gözaltına alınıyor, ifade veriyor, sorgulanıyor, hatta tutuklanıyorlarmış.
O kadar kendilerinden emin konuşuyorlar ki, bilmesem ben de inanacağım. Sanki Yassıada’da idama mahkûm edilenler arasında bir orgeneral, hem de öyle böyle değil, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Rüştü Erdelhun yokmuş gibi, sanki Cemal Madanoğlu, 27 Mayıs’ta teğmenlerin evlerinden topladıkları sürü sepet generali tutukladıklarını anlatmamış gibi.
Lakin asıl üzerinde durulması gereken ve Cumhuriyet tarihi için hiç de şeref vesilesi sayılamayacak bir başka paşa tutuklama dalgası vardır ki, sağlıklı bir tarih bilgisi edinilmesi için yakından bilinmesi gerekir.
Önce 1925’in gazetelerinden birkaç notu paylaşayım:
25 Kasım: Şapka Kanunu kabul edildi. Erzurum’da bazı mutaassıpların gösteri girişimi bastırıldı. 26 Kasım: Erzurum’da 80 kişi tutuklandı. 30 Kasım: Yakalanan mürtecilerden 6’sı idam edildi. 7 Aralık: Mürtecilerden 4 kişi daha idam edildi.
İdam edilenlerin listesi uzayıp gidiyor. İskilipli Atıf ve Ali Rıza hocalar ise Ankara’da 3 Şubat 1926 günü bir çifte kavrulmuş hukuk skandalına kurban gideceklerdir. İlk skandal, malum: şapka kanununa muhalefetten yargılanıyorlar ama kanundan 1,5 yıl kadar önce yazılan bir kitapçıktan dolayı. İkincisi ise savcının 5-15 yıl arası ağır hapis cezası istediği Atıf Hoca’yı mahkeme başkanının, son anda hangi ‘süper delili’ bulduysa artık, idama mahkum etmiş olmasıdır.
Ancak bu, İstiklal Mahkemelerinin ne ilk, ne de son hukuk skandalı olacaktır.
TBMM Başkanlığı’nın son günlerdeki açıklamasına göre İstiklal Mahkemesi kayıtları maalesef araştırmacılara açılmayacakmış. Yazık. Böylece yine bir dönemin karanlık manzarası aydınlatılamayacak, geçmişle sağlıklı bir ilişki kurulması şansı başka bahara kalacak demektir.
Yine de bazı bildiklerimiz var; hatıralardan, gazetelerden, araştırmalardan. Bir de Rauf Bey’in Meclis Başkanına gönderdiği o müthiş sertlikteki, manifestovari mektubundan.
Ayşe Şasa’nın Timaş’tan çıkan “Bir Ruh Macerası” adlı anıları bize yalnız yazarının ruhundaki düğümlerin çözülüşünü anlatmıyor aynı zamanda, dayısı Rauf Orbay’ı olanca vakarı, sükûneti ve olgunluğuyla bir insan olarak tanıma fırsatını da sunuyor.
Sivas Kongresi öncesinde sonradan yolları ayrılacak olan Milli Mücadele’nin üç öncüsü bir arada: Solda Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, ortada Mustafa Kemal Paşa, sağda Rauf Bey (Orbay).
Milli Mücadele’nin çekirdek kadrosu içinde yer alanlardan “Hamidiye kahramanı” Rauf Bey, Cumhuriyet öncesinde bakanlık, Başbakanlık yapmış, ancak Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Bakanlar Kurulu kararıyla kapattırılınca yurt dışında hasta yatağında bulmuştur kendisini. (Sultan Vahdettin’in, kızı Sabiha Sultan’ı ona vermek istediğini, fakat Rauf Bey’in bu teklifi kibarca reddettiğini ve bekâr öldüğünü biliyoruz.)
Milli Mücadele’nin ilk lider kadrosunu teşkil eden Cafer Tayyar, Refet, Karabekir ve Ali Fuat paşalar ile Rauf Bey, İzmir Suikasti davasında hem de idamla yargılanacaklar ve kelleyi zor kurtaracaklardır.
Rauf Bey dava açıldığı sırada tedavi amacıyla yurt dışındadır. Dokunulmazlıkları olduğu halde Meclis Başkanı milletvekillerini apar topar teslim eder polislere. Meclis Başkanı o sırada Londra’da bulunan Rauf Bey’e büyükelçilik eliyle bir tutuklama ‘müzekkeresi’ ve mektup gönderip adalete teslim olmasını ister.
Peki kime, hangi hukuka güvenerek dönecektir? 12 Ekim 1926’da Paris’ten yazdığı uzun mektupta gerekenleri Meclis Başkanı Kâzım (Özalp) Paşa’ya sert ve mert bir üslupla söyleyecektir. Mektubunda İstiklal Mahkemesi savcı ve yargıçlarına ‘cani’ der, ‘vatan haini’ der, ‘vicdansız’ der. Hatta mevcut İsmet Paşa hükümetiyle el ele vererek Cumhuriyetin ideali olan sivil yönetime darbe yaptıklarını ve yönetimi soysuzlaştırdıklarını çekinmeden dile getirir.
Rauf Bey, her satırı bir volkan gibi patlayan bu zehir zemberek mektupta mahkemenin zorla rejimi değiştirme suçunu işlediği kanaatindedir; başlangıçta hukukun üstünlüğü için yola çıkıldığı halde İstiklal Mahkemelerinde onun fütursuzca çiğnenmesinden duyduğu üzüntü besbellidir. Hayatımın her dakikasının hesabını vermeye hazırım, der, ve ekler: “Her birinin gözünü hırs ve ihtiraslarının kanı bürümüş gayri meşru bir heyete karşı böyle bir mecburiyetten hamdolsun müstağniyim.”
Gözünde İstiklal Mahkemesi gayri meşrudur ve kendisini hesap vermek zorunda hissetmez.
İşin ilginç yanı, 1939’da, yine bir CHP hükümeti adeta özür dilercesine bir beyanname yayınlayarak boşalan Kastamonu milletvekilliğine Rauf Orbay’ı aday gösterir. Ancak o, gıyabında verilmiş olan 10 yıl kürek (ağır hapis) cezasının yine hukuk yoluyla kaldırılmasını talep etmektedir. Af Kanunu’ndan yararlanması gündeme getirilirse de, kabul etmez. Suç işlememiştir ki, affedilsin. Nihayet Yüksek Askeri Temyiz Divanı’ndan beraat kararı çıkar ve tarih önünde zaten ak ve pak olan alnı bir kere daha yükselir.
Öte yandan Savcı Necip Ali, özellikle Terakkiperverci muvazzaf paşaları tutuklatma peşindedir. Aralarında Kâzım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar Eğilmez, Erzurum milletvekili Rüştü Dadaş paşalar ile, Ayıcı Arif, İsmail Canbolat ve 1908’in “Hürriyet kahramanı” Eyüp Sabri Akgöl’ün de bulunduğu bir grup asker ve sivil sanık tutuklandılar ve 1926 Ağustos’unda idamla yargılandılar. İstiklal Savaşı’nın önde gelen komutanları yağlı ipi boyunlarında hissettiler, hatta son anda kurtuldular. Ne yazık ki, Rüştü Paşa, Albay Arif, İsmail Canbolat ve diğerleri onlar kadar şanslı değildiler. Onları 27 Ağustos’ta Dr. Nazım’dan Maliyeci Cavid Bey’e uzanan ikinci dalga idamlar takip edecek ve “Suskunluk Kararı” anlamındaki Takrir-i Sükûn tam anlamıyla gerçekleşecekti.
Rauf Bey ise Londra’dan yazdığı 30 Haziran 1926 tarihli mektubunda İstiklal Mahkemesi’ni icat edenlerin, sonradan 6’sını asacakları milletvekillerini tutuklamakla rejimi değiştirme suçunu işlediklerini haykıracak ama bunu gönderdiği hiçbir gazete basamayacaktı.
Sonuç? Ayşe Şasa hanımefendiye kulak verelim:
“Rauf dayıma “gerici” damgası vurulmuştu, işin garibi bu berbat şayiaya ben de inanıyordum.” m.armagan@zaman.com.tr
28 Şubat 2010, Pazar
One Comment
murat güçlü
23 Mart 2012 at 04:09Paşaların Hesaplaşması kitabınızda Atatürk’ün Nutuk el yazmalarının ortada olmadığını yazmışsınız. O el yazmaları Tarih Kurumunda yada Atatürk Atatürk Araştırma Merkezin de olması lazım. 1990 yılında bulunduğunu gördüm Ankara’da bir sahaf bunları bu iki kurumdan birine sattı. Hangisi olduğunu daha sonra yazarım.