Askeri Müze’deki Sahte Kılıç
Tarih, efsanenin kız kardeşidir derler. Her zaman kol kola yürüdüklerine en büyük şahitlerimizden birisi de yakın tarihimiz olmalı. Bu tarih içinde “Çanakkale efsaneleri” hacimli bir yer tutar.
Milletin Çanakkale’ye yönelik hassasiyeti kabardı ya, bezirgândan geçilmiyor ortalık. Okuru daha fazla ağlatan, kazanıyor. Bu yüzden olmadık madrabazlıklar da yapılıyor. Böylelikle aslında Çanakkale şehitlerinin ruhları daha fazla acıtılmış oluyor. Maalesef piyasa ekonomisi böyle fena bir yol açmış durumda. Muhtemelen bazı dostlarımı da üzeceğim feci örnekleri Mart ayına saklayarak bugünkü efsanemize geçiyorum.
Evet tarih, efsanesiz yapamıyor, anladık. Pudra şekeri gibi, etrafında uçuşan bir masal bulutu da istiyor. Üstelik bu masal bulutunun boyutları, en ciddi olduğunu bildiğimiz ve Türk halkının en fazla güvendiği kurumun çatıları altına da ne yazık ki sirayet etmiş durumda. Umarım bu yazı, yetkilerin uyanmasına ve bir fahiş hatayı düzeltmelerine yardımcı olur.
Yıllar sonra tekrar gitmek istedim Harbiye’de bulunan Askeri Müze’ye. Kökleri, Topkapı Sarayı’nın girişinde bizi karşılayan Aya İrini Kilisesi’ne dayanan bu güngörmüş müzemizdeki en ilginç objelerden birisi, Fatih’in İstanbul kuşatmasında Bizanslıların Haliç’e gerdikleri ünlü zincirin bir kısmıdır. Değerli tablolar, silahlar, giysiler vs. ile ziyaretçileri bir zaman tüneline sokmayı başaran müzelerin başında gelir Askeri Müze.
Bir de Kurtuluş Savaşı’na ait eşyaların sergilendiği salonlar vardır burada. İşte bu salonlardan birinde bir kılıç karşılar sizi. Yıllar önce de gördüğüm bu kılıcın hikâyesini araştırdıktan ve efsanesini iyice kafamdan sildikten sonra tekrar yolumu düşürdüm Askeri Müze’ye. Yapılan bunca yayının ardından herhalde o kılıcın doğru adresi ortaya çıkmış ve gereken düzeltme yapılmıştır umudundaydım doğrusu. Öyle ya, Askeri Müze, bizim medar-ı iftiharımız olması gereken kurumlardan biridir ve bu konularda gereken hassasiyeti göstermiştir diye düşünüyordum.
Kimin kılıcı, kimin kılıcı?
İtiraf edeyim ki, yanılmışım! Her şey aynıydı. İçeride temizlik yapan görevliden izin alarak yaklaştığım vitrinde esir alınan büyükçe bir Yunan bayrağının önünde bazı silahlar uzanmış yatıyordu. Bunlardan birisinin önünde yıllar önce de gördüğüm yazı hemen hemen aynı kelimelerle yerli yerindeydi. Şöyle yazıyordu kılıcın önündeki plakada:
“Kılıç. Başkumandanlık Meydan Muharebesinde esir edilen Yunan Başkumandanı General Trikopis’e aittir. İngiliz. 20. yy.”
Yani? Yanisi şu ki, yanlışlar bilgi çağına rağmen devam ediyor, efsaneler gerçeğin yerini işgalde inat ediyorlardı.
Peki işin doğrusu nedir? İzninizle bunu kısaca özetleyeyim.
Ama önce ders kitaplarımıza kadar sızmış efsanemiz ne diyor, ona bakalım. Herhangi bir örnek seçiyorum:
“Uşak’ın kuzeydoğusunda ve şehre 17 km. mesafede bir küçücük köy vardır. Adı: Göğem’dir bu köyün. Çakmaklıtepe adı verilen bir tepenin yamacında kurulmuştur… İşte bu yer, “Megaloidea”cıların ordularının başında bulunanların muzaffer kumandanlar olarak girdikleri “orduları dağıtılmış” Anadolu’da Türk’ün kahredici şamarını yedikten sonra başlarını eğerek silâhlarını Türk ordusuna teslim ettikleri yerdir.” (Ne. S., “Uşak ve Trikopis”, Akın, Sayı: 9, Eylül 1967, s. 11-12.)
Bozguna uğrayan Yunan Orduları Başkomutanı (aslında biz yakaladığımız sırada başkomutan olduğunu bilmiyordu kendisi; iletişim hatları kesik olduğu için müjdeli haberi alamamış, daha doğrusu haberi biz vermiştik kendisine; tabii esir olduktan sonra!) Trikopis’in kuvvetlerimize teslim olurken kılıcını teslim ettiği o kadar sık tekrarlanmıştır ki, neredeyse tartışılmaz bir aksiyom (mütearife) haline gelmiştir kafamızda.
Oysa yaygınlığıyla ters orantılı olarak yanlıştır bu kılıç teslim olayı. (Hatta bazılarımız Gazi Osman Paşa için de kılıcını teslim etti, derler ki, vahim bir hatadan öte, düpedüz bir iftiradır. Komutanların şerefi, kılıçlarını teslim edip etmemeleriyle ölçülebilir diyebiliriz. Gazi Osman Paşa da Çar Aleksandr ve Grandük Nikola’ya kılıcını teslim etmemek için arabada “unutmuştu”. Çar da bir asker olarak bu jestin manasını gayet iyi anlamış ve biraz da bu onurlu duruşu yüzünden özel bir alaka göstermişti Paşa’ya.)
Trikopis’in üzerinde kılıç yoktu ki!
Lafı dolandırmadan söyleyelim: Trikopis’i Göğem köyü civarında esir alan Beşinci Kafkas Tümeni Komutanı Albay Dadaylı Halit (Akmansü), hatıralarında kılıç teslimi olayından hiç bahsetmez. Yalnız yatmadan önce çadıra girerken generallerin bellerindeki tabancaların alındığından bahseder ki, tabancaların da teslim olduktan sonra saatlerce üzerlerinde kaldığını anlıyoruz. Cemal Kutay’ın aktardığı hatıralarında şunları söylüyor Albay Halit Bey:
“General Trikopis ve arkadaşları yanıma kendi atlarıyla geldiler ve yine atlarıyla Uşak’a gönderildiler. Üzerlerinde ve hayvanlarının eğer takımları üzerinde kat’iyyen kılıç yoktu. Şu halde İstanbul’da Askerî Müze’deki… Trikopis’e ait olduğu ilan edilen kılıç nerede, ne zaman ve kimin tarafından alınmıştır?”
Trikopis’i teslim alan komutanın görmeyip bilmediği bu kılıç nereden çıkmıştır sahiden de? Acaba başka komutanlardan alınmıştır da, bir karışıklığa kurban mı gitmiştir? Bilinmiyor. Ancak o kılıç, Trikopis’e ait değildir. Bu kesin. O kadar kesin ki, kılıcın sahibi olduğu iddia edilen şahıs, yani Trikopis, 1952 yılında Atina’da kendisini ziyaret eden gazeteci Hıfzı Topuz’a işin gerçeğini bir de kendi açısından anlatmış ve kılıcının, teslim olmadan biraz önce kendi yaveri tarafından parçalandığını söylemiştir.
Teslim alan da, teslim olan da, yani olayın her iki tarafı da böyle bir kılıçtan söz etmiyor ve inkâr ediyorlarsa, bu kılıç nasıl oluyor da hala Askeri Müze’de “Trikopis’in kılıcı” diye sergilenebiliyor? Bu 85 yıllık yanlışlık ne zaman düzeltilecek? Ne zaman müzelerimiz efsanelerden arınacak ve Atatürk’e yaslanarak “hayatta en hakiki mürşit” olduğunu söyleyip durduğumuz bilginin sergilendiği mekânlar haline gelecek?
Merak ediyoruz.
Müze yetkililerine önemli not:
Yakında 20 milyon dolarlık bir yenileme projesine başlanacağını sevinçle öğrendiğimiz Askeri Müze yetkililerine müzedeki bir bilgi hatasını daha hatırlatmak istiyorum: “Çanakkale’de Turkuaz zırhlısını batıran Müstecip Onbaşı’ya ait kılıç” diye sergilenen objeye itirazım yok ama böyle bir “zırhlı” ne yazık ki mevcut değildi. Yazanın hayal gücüne doğrusu hayran kaldım.
Buraya “zırhlı” diye yazılan gemi, bir denizaltı gemisiydi, zırhlı bir gemi değildi, bir. Fransızların Turquoise adını verdikleri bu denizaltı gemisi batmamış, sadece yaralanmış ve esir alındıktan sonra donanmamızda hizmet vermişti, iki. (Tabii Mütareke döneminde İstanbul’a gelen Fransızlar denizaltılarını alıp memleketlerine götüreceklerdi!) Zannediyorum benzer hatalar, dikkatli bakan uzmanlar tarafından da görülebilecektir. O zaman bu yenileme projesinin içine bir uzmanlar heyeti tarafından Müze’de sergilenen objelerin incelenmesini de ekleyiniz lütfen.