• Home
  • Genel
  • Atatürk “takiyye” mi yapıyordu?

Atatürk “takiyye” mi yapıyordu?

Atatürk “takiyye” mi yapıyordu?
‘Tarih bir bilim midir?’ diye soruyor genç bir okurum. Bildiğimiz anlamda bir bilim olmadığı belli. Belki bir araştırma disiplini denilebilir. Kuralları, felsefesi olan ama konusunu göğüslemek için metodunun değişkenlik arz etmesi gereken bir entelektüel faaliyet alanı daha doğrusu.
Bana kalırsa bir fikir platformudur tarih. Düşüncenin ferah fahur at koşturabildiği engin, rengin ve zengin bir bahçe. Tabii dikenleri, çalılıkları, ısırganları bol. Bu bahçe insana seraplar gördürür bol bol. Bazen bir nesle anlamlı, hatta hayatî görünen bir tarihî olgu, bir sonraki nesilde sağır bir duvara toslar.
Mesela geçenlerde bir sahaftan, resimleriyle ünlü “Illustration” dergisinin Mart-Nisan 1913 sayılarını satın aldım. Balkan savaşlarından söz ediliyordu dergilerde. Ak sakallı “Edirne müdafii” Şükrü Paşa’nın ıstırabın zehirli jiletleriyle doğranmış muhterem çehresini seyrettim uzun uzun. Ne garip! Sanki asırlar geçmişti o yüzle aramdan. Nicedir unutmuşum şuramda olduğunu.
Zamanın ucu bize doğru yaklaştıkça genişler. Onun için yakın da olsa, geçmişi bir tünelin çıkışından içeriye bakar gibi değerlendiririz ve içerisi hemen daima karanlık görünür. Son günlerde Atilla Yayla’nın konuşmasıyla yeniden alevlenen Atatürk tartışması da bu karanlık güzergâhlardan birisini siper almış durumda.
Bir kere Osmanlı paşası olan Mustafa Kemal’i Atatürk olmaya iten etkenler yeterince incelenmiş değildir. Bu yüzden de Kemalistler olsun, anti-Kemalistler olsun bu karanlıktan istifadeyle açık kapıyı omuzlamaya bayılırlar; yani ucuz kahramanlığa. Oysa tarih, emek ister. Gayret ister. Anlamak niyetinde olanlara açar görkemli kapısını.
Eğer Mustafa Kemal ve neslinin içinden geçtiği o derin dönüşüm sürecini bilmiyorsanız Kemalistler gibi onun Cumhuriyet ve laiklik idealini ta en başından beri kafasında taşıdığını ve fırsat zuhur ettikçe merhale merhale gerçekleştirdiğini söylersiniz. Yahut anti-Kemalist cephedeyseniz bu defa aynı düşünce doğrultusunda giderek onun fırsatçılık yaptığını söyler, işi düştükçe İslam’ı kullandığını ama güçlenince Müslümanları tasfiye ettiğini düşünürsünüz. Burada ilginç olan nokta, her iki kampın da, tarih dışı bir muhakeme yürütmeleri ve adını böyle koymasalar bile, onun bir “takiyyeci” olduğu noktasında buluşmuş olmalarıdır.
Tepki alacağımı biliyorum ama ben aynı kanaatte değilim. Cumhuriyet’i kuran kadronun, 1911-1922 arasında neredeyse kesintisiz 11 yıl süren sarsıcı bir tecrübe yaşadıklarını, bu kan, ateş, ihanetler, kahramanlıklar, yiğitlikler, umutsuzluk ve karamsarlıklar ile hayat ışığı ve iyimserlik arasındaki gidiş gelişler girdabında piştiklerini ve 30 yılda ancak kazanılabilecek bir olgunluğa erkenden ulaştıklarını düşünüyorum.
Bu yalnız cihet-i askeriye açısından değil, aydınlar açısından da böyle. Cumhuriyet’e Osmanlı’dan akan o ilk nesil, hakikaten erken olgunlaşmış ve en güzel eserlerini tam da bu yıllarda vermiş veya pişirmişlerdir.
Reşat Nuri’nin “Çalıkuşu” romanının 1921’de yayınlandığına, Yahya Kemal’in ve Halide Edib’in bugün bildiğimiz kimliklerine bu savaş atmosferinde eriştiklerine dikkat edelim. Yakup Kadri’nin “başörtüsü”nü kimliğimizin kopmaz bir parçası sayan meşhur yazısını yine bu atmosferde kaleme aldığına, Ahmet Haşim’in her okuyuşumuzda bir Müslüman’ın hayatının nasıl olması gerektiğine dair yeni bir dikkat kılıcı bileylediğimiz “Müslüman saati” başlıklı yazısını Mayıs 1921’de yazdığına dikkat edelim. Nitekim Mustafa Kemal Paşa’nın 1919-1922 arasında gerek TBMM’deki konuşmalarında, gerekse basına yaptığı açıklamalarda göze çarpan “İslamcı” vurgular bir tesadüf eseri değil, içine girilen dindarlaşma atmosferinin, yani zamanın ruhunun bir taşmasıydı.
Öyleyse 1923-1924 civarında başlayan değişimi nasıl açıklamalıyız?
Tabii ki çeşitli açılardan bakılabilir buna; içeriden ve dışarıdan ayrı manzaralar yakalanabilir. Mesela Lozan’da kapitülasyonların kaldırılacağı tezi tartışılırken Türkiye’deki yabancıların durumunun ne olacağı ciddi bir sorun olarak karşılarına çıkmış, yabancılar azınlık statüsüne geçmek istemediklerine göre uygulamada olan Şeriatın onları hangi hukukî konuma yerleştireceği sorulmuştu İsmet Paşa’dan. İşte o zaman Rıza Nur ve Münir Ertegün, Ankara’dan aldıkları talimat doğrultusunda Şer’î hukuk yerine Medenî Hukukun geçirileceği sözünü vererek kapitülasyonların kaldırılmasına razı edebildiler büyük devletleri.
Bazı sözler tabii ki verildi. Bunları ayrıca konuşuruz. Ancak ben yine o soruya dönmek istiyorum: Cumhuriyet’i kuran kadronun savaş yıllarındaki dindarlaşması nasıl açıklanmalıdır? Bence bu düğümü çözmedikçe ne Kurtuluş Savaşı’nı, ne de sonrasındaki değişimi sağlıklı bir şekilde anlamamız mümkün olabilir.
Mehmed Akif’in Safahat’ın 6. kitabı olan “Âsım”da çizdiği bir neslin karakter değişimi tablosu, bize ışık tutabilir. Âsım askere gitmeden önce -bir hoca çocuğu olmasına rağmen- haylaz, lakayd, dinî konularda hassasiyeti olmayan bir zamane gencidir. Zaten bu yüzden de babası oğlunu hor görmektedir. Gün gelir, Âsım askere çağrılır pek çok yaşıtı gibi. Çanakkale’de arslanlar gibi, hatta arslanlardan bile daha korkusuz bir savaş çıkarır; “hüsrân”ın demir çemberi İslam’ı boğacakken onu göğsüyle kırıp parçalar ve bu toprakların sahipsiz olmadığını, en koyu karanlığın bastığı zamanlarda bile “en kesif orduları” püskürtmeyi başaracaklarını ispatlar. Askerden dönen Âsım hassaslaşmıştır. Ramazan günü vapurda sigara içenleri dövmeye, kadınlara laf atanları pataklamaya başlamıştır. Burada Akif bize savaş öncesinde haylaz bir genç olan Âsım’ın ve neslinin, Çanakkale’de yaşadığı müthiş dönüşümü resmeder.
Ben Cumhuriyet’i kuran kadronun Kurtuluş Savaşı yıllarındaki dindarlaşması olayına bu dönüşümün ışığında bakılmasını teklif ediyorum. Atatürk, Kurtuluş Savaşı sırasında “takiyye” yapmıştı diyenlere bu yüzden katılmıyorum. Çünkü bu bir takiyye idiyse, bir ‘kadro takiyyesi’ olmalıdır. Ama her biri başka kesimden gelen ve farklı görüşlere sahip aydınlar Milli Mücadele yıllarında hep birlikte dindarlaşmışsa, bunun şahsî bir takiyye değil, ortak bir dönüşüm olduğunu söylemek zorundayız. Böylelikle de Kurtuluş Savaşı’nı tek bir kişi üzerinden değil, dönemin ruhuyla açıklamanın kapılarını çalmış oluruz.
Meclis’i açarken Sakal-ı Şerif’in arkasından yürüyen kadronun Lozan’dan sonra yaşadığı dönüşüm ise bir başka yazının konusu olabilecek kadar renklidir. m.armagan@zaman.com.tr

26 Kasım 2006, Pazar

Bir cevap yazın