Atatürk’ü çocukken döven ‘Hafız’ Hoca kimdi?
İnternetin bir kötülüğü de, uydur kaydır bilgilerin kendisine kolayca müşteri bulabiliyor olması.
Biri bir taş atıyor internetin kuyusuna, kırk akıllı çıkarabilirsen çıkar artık. İşte sizin posta kutunuza da gelmiş olması muhtemel o ‘müthiş bilgi’:
Güya Yavuz Sultan Selim Ridaniye seferine giderken yaptırdığı çeşmeyi dönüşte harap vaziyette bulmuş; bunun üzerine de aşağıdaki mısraları kendisi kaleme aldırarak çeşmenin üzerine yazdırmış. Şiirin anlamı 1999’da Hasan Pulur’un bir yazısında dile getirilince çeşmenin üstündeki kitabe silinmiş! Çeşmenin kitabesinde şu yazılıymış:
Kürde fırsat verme Ya Rab dehre sultan olmasın
Ayağını çarık sıksın karnı bile doymasın
Vur sopayı al haracı asla iflah olmasın
Ol bu çeşmeden gavur içsin, Rum içsin Kürde nasip olmasın.
Bunu okuyup sersemlemiş olan okurlarım soruyor: Acaba bu bilgi doğru mu?
Bunun gibi konularda atalarımız ‘Tut kelin perçeminden’ diye şık bir kelam etmişler. Neresinden tutalım?
1) Bu çeşme neredeymiş? Bir resmi, kazınmış da olsa kitabesini gösterin. Rivayetle, -mış, -miş ile tarih olmaz. Yerini söylesinler, gidip kendim göreyim.
2) Sözü edilen en basit vezin ve kafiye bilgisinden yoksun birinin söylediği açık olan manzume, şiirimizin atılım devri olan Yavuz devrine ait olamaz. Kelimeleri, bozuk vezni, külhanbeyi üslubu ile ise Yavuz’a hiç ait olamaz, zira onun Osmanlı padişahlarının en âlimi, üstelik Kürtlere en yakın davranan padişahlardan olduğunu biliyoruz.
3) Yavuz hiç Türkçe şiir yazmamıştır, divanı Farsçadır. Ona atfedilen “Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân / Beni bir gözleri ahuya zebun etti felek” diye başlayan ünlü kıtası dahil olmak üzere bazı Türkçe parçalar Nesrî gibi başka şairlere aittir.
Sanırım soruyu bana değil de, bu soruyu ortaya atanlara sormalısınız. Önce böyle bir çeşmenin varlığını ispat etsinler, görelim, ondan sonra konuşalım. Olmaz mı?
Üstelik ben ‘Milliyet’in internet arşivinde aradım, taradım, Hasan Pulur’un 1999’da böyle bir yazısına rastlayamadım. Kaynak olarak zikredilen Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde (Zuhuri Danışman neşri, cilt 3, s. 80) de böyle bir hikâye yok.
Kazınmış da olsa kitabe yok, bir fotoğrafı yok, kaynak diye verdikleri Evliya Çelebi’de yok, Yavuz’un Türkçe şiiri yok, o yok, bu yok ama ortada koskocaman bir yalan fırıl fırıl dolanıyor. Ve mine’l-garaib.
Can Dündar’ın kandırmacası
Söz aldatmacalardan açılmışken “Mustafa” filmindeki bir kandırmacaya da dikkatinizi çekmek istiyorum. Can Dündar Atatürk’ün Sivil (Mülkî) Rüşdiye’de kendisini döverek kanlar içinde bırakan Kaymak Hafız adlı hocası yüzünden din adamlarına düşman kesildiğini ve daha sonra yaptığı inkılapların psikanalitik temelinin bu olay olduğunu bir masal tadında anlatıyordu filmde.
Ancak ciddi bir yanıltmaca, hatta bubi tuzağı gizlidir burada. Doğrusu şudur:
Kaymak Hafız adlı hoca, belki Hafız olabilir ama asla bir din adamı değildi. Ya neydi? Matematik hocasıydı.
Nitekim Falih Rıfkı Atay’a bakarsak, bir gün aynı zamanda okulun müdür yardımcılığı görevini yürüten Kaymak Hafız adlı matematik hocası, bir arkadaşıyla kavga eden Mustafa’ya “kanlar içinde bırakıncaya kadar” dayak atar. O da bu dayağı bir türlü şerefine yediremediği için okulu terk eder ve Askerî Rüşdiye imtihanlarına girer (Çankaya, s. 9; Babanız Atatürk, s. 18.)
Bir matematik hocası, üstelik de kavga ettiği için bir çocuğu dövüyor ama sözde belgeselimiz, sırf isminde ‘Hafız’ kelimesi geçti diye, Atatürk’ün o dayak yüzünden din adamlarına diş bilemeye başladığını ima ediyor.
İşte tarih böyle tahrif ediliyor.
NTV Tarih’in çarpıtması
“NTV Tarih” dergisinde yer yer faydalı yazılar çıkmasına rağmen bazen geniş kitlelere okutacağım diye konuları sulandırıyor. Nitekim kasım sayısında “Filistin’i Haydarpaşa’daki esrarengiz patlamada kaybetmiştik” başlıklı yazım Derya Tulga tarafından aynı üslûpla cıvıklaştırılmış.
Ben Haydarpaşa Garı’na yığılan silah ve mühimmatın Filistin cephesine gönderileceği sırada Fransız ajanlar tarafından havaya uçurulduğunu yazmıştım ya, magazinci yazar yanıldığımı ve o cephanenin aslında Bağdat’a gönderileceğini iddia ediyor. Neye dayanarak peki? Sadece kendi deyişiyle ‘tahminleri’ne.
Almanlar ve Enver Paşa’nın Bağdat’ı geri alma tasavvurları vardı elbette. Yıldırım Orduları Grubu bunun için kurulmuştu. Ancak temmuz-ağustosta İngilizler cepheyi Filistin’e kaydırınca öncelik oraya verilecek, Bağdat’a hücumdan vazgeçilecekti. Eylülden itibaren savaşın kilitlendiği cephe Filistin olacak ve Bağdat’ta silah bile patlamayacaktır. Bunun komplo teorisiyle bir alakası yok. Burada dayandığım birinci el kaynağı zikrediyorum: O sırada Haydarpaşa Garı’nda görevli olan subay A. Baha Özler, hatıralarını Yıllarboyu Tarih dergisinde yayımlamıştı (Sayı: 10, Ekim 1980, s. 9-12). Ayrıca Paul de Sailly adlı bir Fransız casusunun hatıratından aktarılan bilgiler için bkz. Tarih Coğrafya Dünyası, Sayı: 2, 1 Mayıs 1959, s.115-116.
Şahsen akıl cebimden hiç eksik etmediğim soru şudur: Yakaladığım ipuçlarını tarih adına bir kazanca dönüştürebilir miyim? Bir tarih dergisinden bu çabaya alkış beklemesem de, saygı duyulmasını beklemek hakkımdır diye düşünüyorum.
13 Aralık 2009, Pazar
One Comment
sema
14 Aralık 2011 at 21:23yazınızı büyük bi ilgiyle okudum.. bu konularda aydınlanmayı arzuluyordum ve tarihin gizlenen gerçeklerini öğrenmek yazınız çok akıcı ve ispatlayıcıydı tebrik ediyorum inş. takip edeceğim