Avrupa, Avrupa, duy sesimizi

Avrupa, Avrupa, duy sesimizi

Avrupa takıntımız, hemen her alanda mantık barometrelerini hırsından çatlatacak bir kıvamsızlığa bürünmüş durumda. Ne onsuz yapabiliyoruz, ne de iç dünyamızda onunla barışabiliyoruz.

“O”, bizim olmak isteyip de olamadığımız her şeyi temsil ediyor; “biz” ise her nasılsa “o” olmaya direnen tarafımızı. “O”, yani Avrupa –şimdilerde daha genel olarak “Batı”dediğimiz şey– aslında kendisinden her zaman kolayca boşanamadığımız, boşandık diyelim, yerine yeni bir eş almayı gözümüzün yemediği partnerimiz. Ne kadar kızsak da “bir şey” olduğumuzu; ancak Avrupa’nın tasdikiyle kabullenebiliyoruz.

Bir yandan “Avrupaî” top oynuyor diye takımlarımızı yere göğe sığdıramıyor, öbür yandan Avrupa’nın sesimizi duymasını bekliyoruz. Demek ki sesimiz ancak Avrupa duyunca bir şeye yarayacak. Peki o zaman Avrupa iyi bir şey mi? Bundan tam olarak emin değiliz; çünkü Avrupa’nın bize her zaman önyargıyla baktığını, hatta düşman olduğunu düşünüyoruz. Peki o zaman Avrupa kötü bir şey mi? Bu da tam olarak emin olabildiğimiz bir konu değil; çünkü o olmadan boyumuzu ölçemiyoruz. Sonuçta “Avrupa bizden üstün; ama aslında biz ondan da üstünüz” gibi çelişkili bir mantık örgüsü çıkıyor ortaya.

28 Şubat sürecinde medyamızın bayraklaştırdığı bir Chantal Zakari vardı, hatırlarsınız. Bu hanım, Fransa’da tahsil görüyordu ve antropolojik bir araştırma için Türkiye’deydi. Amacı, Türk toplumunun farklı kesimlerinin Atatürk büstleri ve portreleri karşısındaki tepkilerini ölçmekti. 28 Şubat’ın manipülasyonlarına denk geldiği için asıl niyeti biraz flu kaldı; ama o miting sırasında çarşaflı sakallı kalabalığa Atatürk resmini göstermesinin amacı buydu.

Şimdi insafla düşünelim. Fransa gibi bize karşı hep önyargılı olduğunu düşündüğümüz bir ülkeden gelen Chantal’ı nasıl oldu da kahramanlaştırabildik? Birincisi, o sırada “ortak düşman”a karşı medyanın işine yaradığı, ikincisi de Avrupalı olduğu için. Aynı çalışmayı bir İranlı kadın Anıtkabir’e gidenlere yönelik olarak yapsaydı acaba tepkimiz yine aynı mı olurdu? Burada Avrupalı tipin “çağdaş”, “modern” ve “laik” gibi bir dokunulmazlık katına yükseltildiğini görüyoruz. Chantal’ın aslında millî duygularımızı rencide edecek bir şekilde toplumumuzu “kobay” yerine koymasını hazmedebiliyoruz da, tam tersini tasavvur dahi edemiyoruz.

Aynı şeyi tarih alanında daha açık seçik olarak görüyoruz.

En katı Osmanlı aleyhtarları bile Osmanlı Devleti’nin parlak zamanlarına, Avrupa’ya diz çöktürdüğü dönemlere övgüler dizip Osmanlıların mükemmel bir sistem kurduğunu söyleyebiliyorlar. Buna karşılık aynı kişilerin Osmanlı Devleti’nin duraklamaya ve gerilemeye başlamasından kederlendikleri de gözden kaçmıyor. “Avrupa’nın Hasta Adamı” olan ve yüzyıllarca çeşitli haksızlıklara maruz bırakılan Osmanlı Devleti’nin çökmesi istenmiyor resmi söylemde. Ama öbür yandan da çağı ıskaladığından, Avrupalılar gibi olamadığından, onlar gibi kendisini yenileyemediğinden dem vuruluyor. (Osmanlı Devleti, eğer istedikleri tarzda Avrupalı bir devlet olsaydı bugün ona “Osmanlı” demeye dilleri varacak mıydı?)

Diyelim ki, Osmanlı Devleti zihniyetini tamamen değiştirip Avrupalı gibi oldu; Fransa, İngiltere, Rusya gibi güçlendi, emperyalistleşti. Aynı mantıktan devam edersek, o zaman ne Cumhuriyet’e, ne de onu kuranlara yer olacaktı tarihimizde!

Eğer Osmanlı iyiyse, başarısızlıklarını niçin sürekli vurguluyoruz? Yok kötüyse, gerilemiş olmasından neden bu kadar müteessir oluyoruz? Aynı mantığı tersine çevirerek Avrupa’ya uygulayalım: Avrupa kötüyse neden onun gibi olmak bir ideal haline getiriliyor? Yok iyiyse, neden Osmanlı Devleti’nin bu “iyilik”e direnişini alkışlıyoruz?

Tarihe bu çarpık bakış en çok da “Ermeni Tehciri” tartışmalarında kendini ele veriyor. Kanuni’den, –biraz daha insaflı olanlara göre– Viyana Kuşatması’ndan beri neredeyse hiçbir işi doğru dürüst beceremeyen bir Osmanlı imajı yerleştirilmeye çalışılırken, birdenbire parçalanma aşamasında Osmanlıların Tehcir’i ne kadar büyük insanî yardımseverlikle, ne büyük bir hassasiyet ve titizlikle, ne zekice planlar dahilinde yürüttükleri söylenerek bütün o “çöküş” söylemi farkına varılmadan silinip tersine çevriliyor.

Bence Çanakkale’de ve Tehcir olayında ne kadar “büyük” idiyse Osmanlı, gerileme döneminin tamamında da aynı büyüklüğüyle ayaktaydı. Hatta Mohaç’taki ruhla Çanakkale’deki ruh, aynı ruhtu.

Aslında Avrupa karşısındaki çelişkili duruşlarımız, geçmişimizle ilgili çelişkilerimizin bir devamı. Bu çelişkiler, Avrupa’yı da, kendimizi de görmemizi perdeliyor. Bu bakışla gidersek, İtalyan tarihçi Franco Cardini’nin Kanuni’yi “Avrupa’nın gerçek kurucusu” ilan etmesindeki espriyi “ıskalamamız” da kaçınılmaz olur.

10.09.2002

Bir yanıt yazın