Avrupalı aydının elindeki ateş topu: Osmanlı
Despotizm damgasını bir kez yemiş Osmanlı; kim silebilir ki? Maalesef bir kısım Avrupalı aydınların bizden daha etkili leke çıkartıcılara sahip olduklarını kabul etmemiz gerekecek.
Mesela şu lafın sahibini insan nasıl merak etmez: “Türklerin yakasından düşelim artık. İnsan Türk olmadan da, Avusturya ve Venedik’ten öteye gitmemiş bir kişinin politik egzotizminden şüphelenebilir.” Ya şu düpedüz övücü sözün sahibini tanıdınız mı: “Türkler yalnız hür olmakla kalmazlar, aralarında asalet bakımından herhangi bir ayrım yaptıklarına da şahit olunmaz. Onların bildikleri tek fark, işe yararlık noktasındandır.” Peki buna ne buyurulur: “Burada işler, kralın tek efendi olduğu Fransa’daki gibi yürümez. Padişah ulemayı, kanun adamlarını, yüksek bürokratları ve görevlerinden azledilmişleri ikna etmek zorundadır.” Köşemizin sürprizlerine alışık olanların şaşırmayacaklarını biliyorum ama yine de söyleyeyim, bu sözlerin üçü de Fransız aydınlarına ait. İlk alıntı, çağımız Marksistlerinden Althusser’e, ikincisi “zındık” diye bildiğimiz Voltaire’e, üçüncüsü ise Fransız Elçisi Kont de Choiseul-Gouffier’ye (1786) aittir ve bize bütün Batılıların “Osmanlı despotizmi” hakkında aynı şeyleri düşünmediğini bir kez daha gösterir. Aydınlanma Çağı’nın önde gelen düşünürlerinden Montesquieu’nün de Osmanlı’yı despotizmle suçlarken derdinin Osmanlı olmadığını, aslında Fransa Kralı’nı doğrudan ve açıkça despotik olmakla itham edemediği için Osmanlı’yı bir ayna gibi kullandığını biliyoruz artık. Gelin görün ki, Montesquieu’nün kuyuya attığı taşlar despotizmle sınırlı değil ve kuyunun başına toplananlar da kolay kolay onun başından ayrılacak gibi görünmüyorlar. Bu yazıda kuyunun çoktan kurumuş olduğunu söylemeye çalışacağız “kuyu milleti”ne! Mesela, Osmanlı yönetiminin, vergileri düşük tuttuğu için eleştirileceği hiç aklınıza gelir miydi? İster inanın, ister inanmayın, Montesquieu nam feylesofun aklına gelmiş ve üşenmemiş, oturup yazmış bu sözde Aydınlanmış fikrini. Aydınlanma’nın, kutsayanların da, karşı çıkanların da ellerine tutuşturulan reçetelerden ötesini bilmedikleri bir papağan tekerlemesi olduğunu üstadın bu müthiş vergi yorumundan anlayabiliriz rahatlıkla.
Düşük vergi almak nasıl suç olur?
Osmanlı Devleti, Avrupalı düşünürlerin ateş topuydu. Onu ne ellerinde tutabiliyor, ne de orta yere bırakabiliyorlardı. Ellerine aldıklarında yakıyor, bıraktıklarında ise karanlıklar içinden gözlerini üzerinden ayıramadıkları bir avuç köz gibi dikkatlerini hep üzerine çekiyordu. Makyavel de, Montaigne de, Voltaire, Locke, Leibniz, hatta 19. yüzyıldan John Stuart Mill de “Osmanlı” fenomeninden gözlerini alamamış, en azından ona lakayd kalamamışlardır. Çağdaş düşünürlerden John Gray’in “Two Faces of Liberalism”inde bile Osmanlı hayaletinin sinsice gezindiğini görmemek için kör olmak lazım. Montesquieu’nün derdi, çıkarları zedelenen sınıfına yeniden itibar kazandıracak despotik olmayan bir yönetim tarzını Fransız Kralı’na hatırlatmaktı ve bu işi, ahlak dışı bir yoldan, Osmanlı’yı kullanarak yapıyordu. Böylece Baronumuz, Osmanlı Devleti’nde vergilerin Avrupa ülkelerine göre düşük olmasını bir meziyet olarak değil, bir kusur olarak görecektir.
Montesquieu, “Kanunların Ruhu”nda “Despotik idarelerde vergilerin çok hafif olması gerekir. Böyle olmasaydı toprağı işleme zahmetine kim katlanırdı?” diye yazar, ardından da, vergi cezalarının Avrupa’da, Asya’da olduğundan daha ağır olduğundan söz eder. Ona göre, Avrupa’da vergisini ödemeyen tüccarın malına, gemilerine, hatta arabalarına bile el konulur, oysa Asya’da bunların hiçbiri olmaz. Bunlardan hangisi daha despotiktir sizce? Vergi cezasını tahsil etmek için tüccarın nesi var, nesi yoksa alan bir devlet mi despotik sıfatını hak etmektedir, yoksa onun malına mülküne saygı duyan bir devlet mi? Köşeye sıkışan filozofumuzun Doğu despotizmi iddiası tam boşa çıkmak üzereyken, imdadına bu defa Avrupa’da tüccarı koruyacak hakimlerin olduğu, buna mukabil Asya’da, vergi almak için baskı yapanların bizzat despotizmin mensupları olduklarından “zulmün kendi kendini frenlediği” ve “bir çeşit yumuşaklığa yönelmek zorunda kaldığı” yolundaki yalapşap tezi yetişir.
Bu nasıl despotizmdir Montesquieu?
Ben yine şaşkınım: Kendi kendini frenleyen ve vergi cezalısı olan tüccara bile bir çeşit yumuşaklıkla davranan yönetim mi despotizm sıfatını daha çok hak etmektedir, yoksa tüccarın malına, gemilerine, arabalarına kadar el koyan bir yönetim mi? Burada lafı doğrudan Osmanlı’ya getiren Montesquieu, Türkiye’de gümrükte yalnız bir giriş resmi alındığını, bu vergiyi ödeyen bir tüccara Osmanlı topraklarının boylu boyunca açıldığını söyler. Yanlış mal beyanında bulunsa bile tüccarın malına ne el konulur, ne de vergileri artırılır. Bu mantığa göre, tüccar en büyük ticaret serbestisini despotik memleketlerde bulur! ‘İyi de bu nasıl bir despotizmdir, bay Montesquieu?’ diye sormak gerekmez mi?
Sevimli solcu papağanlarımız senelerce Engels’in Osmanlı ajitasyonlarını bize kendi orijinal görüşleri gibi aktardılar. Buna göre, göçebe olan Osmanlıların en büyük meziyeti, artık ürüne el koymaları imiş. Önce kervanları soymakla işe başlamışlar, “biraz medenileştikçe” tüccarın malına her türlüsünden keyfi ve baskıcı bir şekilde el koymuşlar, yani yüksek vergileri insafsızca uygulamışlar imiş. Ben de buradan soruyorum: Keyfi ve yüksek vergiler konulduğu için Osmanlı’yı barbarlıkla suçlayan Engels mi, yoksa onu düşük vergi uyguladığı için despotlukla suçlayan Montesquieu mü haklıdır? Ve bu iki görüşü “Osmanlı despotizmi” çatısı altında bir araya getirmeyi beceren solcu ve liberal aydınlarımız ne kadar aydın sayılmalıdır?
Anlayacağınız, Osmanlı kurdun suyunu bulandıran kuzudur ve vergileri düşük uygulaması da, yüksek uygulaması da onu yemeyi kafaya koyanların niyetlerine göre kâh barbarlık, kâh despotizm suçlamasına kapı açabilmektedir. Durum bugün de farklı mı sanki?
Do you want Search?
Random Post
Search