• Home
  • Genel
  • Avrupa’nın ağzına Niğbolu biberi sürdük

Avrupa’nın ağzına Niğbolu biberi sürdük

Avrupa’nın ağzına Niğbolu biberi sürdük
4 Ağustos 1708 tarihli bir Fransız gazetesi, İstanbul muhabirinin bildirdiğine göre, Osmanlı padişahı Üçüncü Ahmed’in bir hastalığa yakalanmış olduğunu yazmış ve bu haber daha sonra da birkaç kere aynı gazetenin sayfalarında basılmıştır.
“Gazette” adını taşıyan bu seçkin süreli yayının nüshaları karıştırıldıkça daha iyi görülmektedir ki, bundan 300 küsur yıl önceki Fransız kamuoyu, Osmanlı başkenti İstanbul’daki havadislere kulak kesilmiş durumdadır. Padişahın ava ve cuma namazlarına gitmesi, günlük sağlık durumu, İstanbul’da baş gösteren hastalıklar ve çıkan yangınlar, kaptan-ı deryaların Akdeniz’de yaptığı yolculuklar, bürokrasideki görev değişiklikleri, 1703’te Edirne’de patlak veren ve Fransız İhtilali’nden 86 yıl önce gerçekleşen “halk isyanı”… Bu ve benzeri pek çok haber 1700’lerin başında “Gazette” sütunlarında boy göstermiştir. Her yeniçeri isyanını, “fitne” ateşi olarak nitelemeye bayılan bizlerin aksine, 30 Ekim 1703 tarihli “Gazette”, İstanbul’daki halk hareketine şu makul ve mantıklı cümlelerle yer vermekteydi: “Herkes bu imparatorluğun kurulmasından beri bu kadar aniden çıkan isyanın ve aynı zamanda bu kadar BİLGE VE ILIMLI ASİLERİN görülmediğini kabul ediyor. Pazarlar… kapalıdır, fakat buraları hiç yağmalanmadı ve kimseye hakaret edilmedi.”
Bütün bu haberlerin bir 18. yüzyıl, yani ‘Aydınlanma Çağı’ Fransız gazetesinde çıkmış olmasına şaşmalı mıyız? Bence, hayır. Asıl kendimize, tarihimizle birlikte kendimizi gönüllü olarak içerisine gömdüğümüz o “gerileme mezarı”nın gülünç ve iğreti haline şaşmalıyız. Bu mezarı kim kazdı? Kim içine gir dedi bize? Gönüllü olarak içine girmeye nasıl ikna olduk? Hadi girdik diyelim, içinden çıkmamak için bu kadar ayak diremek neden?
Tarihçiliğimiz, maalesef mezarımızın mermer bloklarını veya kafesin demir parmaklıklarını görünmez kılmakla meşgul. Oysa sorular vardır mermeri oyar, demir kafesin parmaklıklarını yorar; ve belki bir gün üzerimize gürültüyle kapatılmış olan lahdin farkına varır da firar yollarını araştırmayı akıl ederiz bu sayede.
Niğbolu hakkı yenmiş zaferlerimizden
Artık bu manasız “battık, bittik” edebiyatını bir kenara bırakmanın ve adam gibi tarih yazmanın vakti geldi de geçiyor bile. Daha 1396’da, Niğbolu’da Avrupa’nın geleceğini Bursa’nın gökkuşağından dokunmuş beşiğinde sallayanlar Yıldırım Bayezid’in Osmanlıları değil miydi? Yine Niğbolu’da hemen bütün seçme şövalyelerini ya kaybeden ya da esir veren Fransızların, hezimet haberlerini Paris’e getiren ulaklara inanmayarak onları hapse tıktıkları, ancak haberler doğrulanınca serbest bıraktıkları ve Kral’ın moralini bozduğu için sarayda uzun süre Niğbolu’dan söz etmenin yasaklandığı bilgileri, tarihimize neden dahil edilmez dersiniz?
Gerçekten de Niğbolu, hakkı yenmiş zaferlerimizden biridir. Osmanlı ordusunun Haçlılar karşısında bir daha böylesine kesin sonuçlu bir meydan savaşı kazanması için Mohaç’ı (1526) beklemesi gerekecektir. Niğbolu’da Osmanlı kuvvetlerinin o zamanlar şöhretlerinin doruğunda bulunan Fransız, Macar, Sen Jan ve Töton şövalyelerinin topunu birden yenmesi ve esir alması, neredeyse bir tek bizim tarihlerimizde önemsenmeden geçiştirilir.
Oysa bu soylu esirlerin Bursa sokaklarında halka teşhirinin ardından Bursa Sarayı’nda misafir edilmeleri ve ara sıra Uludağ yamaçlarında sürek avına çıkarılmaları, üstüne üstlük Memlûklere gözdağı vermek için Kahire’ye gönderilmeleri ve orada da kendilerine bir geçit resmi yaptırılması, fidyeleri ödendikten sonra serbest bırakılırken Yıldırım’ın, esir komutanları, kılıçlarını alıp tekrar kendisiyle savaşa davet etmesi Doğu-Batı ilişkileri bakımından yeterince ilginç konular değil midir? (Az kalsın unutuyordum: Misafir şövalyeler sarayda bir tek baharatlı Osmanlı yemeklerini yiyemediklerinden ve şöyle gönüllerince şarap içemediklerinden şikayetçilermiş.)
O zamana kadar Osmanlı’yı barbar, padişahını da korkunç bir tiran zanneden şövalyeler, kendilerine yapılan bu asil ve medenî muamele karşısında şaşkınlık içerisinde memleketlerinin yolunu tutmuşlar. Akılları, en çok da günlerce beraber avlandıkları tam 7 bin doğancının ihtişamına takılmıştır; bir de yol harçlığı olarak kendilerine takdim edilen cömert ihsanlara. Bize Bursa’daki Ulu Cami ile ilk Osmanlı hastanesini (Darüşşifa) kazandıran Niğbolu zaferinin 600. yıldönümünü 1996’da hatırlamak aklımıza gelmedi ama bu yıl Sırplar, kendilerine bağımsızlık yolunu açan Kara Yorgi isyanının 200. yıldönümünü büyük törenlerle kutluyorlar. İşte aradaki fark.
Hep söylüyorum: Biz unutsak da dünya unutmuyor, unutmayacak.
Bazen de vur deyince öldürüyoruz. Son zamanlarda herkes bir Çanakkale’dir tutturmuş gidiyor. Çanakkale direnişi, yavaş yavaş ruhundan ve ait olduğu çerçeveden boşaltılarak bir kült haline getiriliyor ve böylece en amansız tehdide maruz bırakılıyor bence. Her taşın altında bir mucize aranıyor ki, böylece farkına varılmadan tarihin sınırları haricine itilmiş oluyor Çanakkale gerçeği.
Hakikatin üstü, sözde efsanelere bulandırılıyor. Mesela Çanakkale hakkında yakınlarda çıkan kitapların birisinde bir resim gördüm ki, evlere şenlik. Güya “Türk askeri” sedire uzanır gibi sırtüstü toprağa yatmış, elindeki mavzerle başlarının üzerinde gezinen İngiliz ve Fransız uçaklarını düşürmeye çalışıyormuş!
Olsa olsa bir talimden çekilmiş olan bu fotoğrafı “kahramanlık örneği” diye yutturanlara sesleniyorum: Bunu yapmakla Türk askerini yüceltmiş olmuyor, tam tersine, onu bugünkü hamakat seviyemize indiriyorsunuz. Mehmetçik, elindeki tüfeğin kaç metre ötesini vuracağını bilemeyecek kadar cahil olabilir mi? (Hadi o cahildi diyelim, subayları ne güne duruyordu?) Eğer bir uçağın altına sereserpe yatacak kadar gözükara idiysek, o karınca yuvası gibi siperleri neden kazdık peki? Ne gerek vardı onlara? Böyle yapmakla askerlikten ve silahtan anlamayan bir güruh haline getirdiğinizin farkında mısınız Mehmetçiği?
Taş gibi gerçeklerimizi unutuyor, öte yanda olmadık şeylere efsane yumurtlatmaya çalışıyoruz. Oysa gerçeğin kendisi efsaneden daha az cazip, daha az heyecan verici değildir ki!
Lütfen Çanakkale’yi Truva’nın Müslümancası haline getirmeyelim! .

Bir yanıt yazın