Bayramlar ve kutsallık

Bayramlar ve kutsallık

Bilmiyorum size de öyle geliyor mu: Her bayram öncesi bir tartışmadır gidiyor ve bayramların tadı tuzu kalmıyor neredeyse. Bazan post kavgası oluyor bu, bazan kurbanlıklara kötü davranıldığı ve vahşice kesildiği iddia ediliyor. Bu yıl ise “kurban” kesmenin dinde yerinin olup olmadığı tartışıldı açıkça.

Bu tartışmalar, halkın kafasındaki kutsallık kavramını alt üst etmekten başka bir şeye yaramıyor bana kalırsa. Geçenlerde Hilmi Yavuz güzel bir noktaya temas etti. Kur’an’ın mealinin bestelenip bestelenemeyeceği konusundaki tartışmalarda meselenin teknik bir boyuta sıkıştırılıp işin özünün harcandığına dikkat çekiyordu Yavuz. Bu, diyordu, dindeki kutsal hassasiyetin zayıflatılma meselesidir, kendi deyişiyle “desakralizasyon”dur.

Kurban tartışmalarında asıl gözden kaçırılan nokta da bu bence. Din, bu anlayış sahiplerince matematik bir sisteme indirgenmektedir adeta. Bu kadar soğuk bir bakışla bir dinin insanlara vermeyi amaçladığı üç unsurdan birisi olan “iştiyak”, yani manevi tatmin arayışı gözardı edilmekte ve din sadece bir bilgi meselesine indirgenmektedir. Evet, İslamiyet bilgi ve bilinç boyutunu hiçbir dinde olmadığı kadar vurgulamıştır. Ancak bilgi (cognition), Allah’a giden yolu tayin eder, programı çizer. Dinin bir de ahlak, yani irade (volition) boyutu vardır. Haram olan bir fiilin sadece “haram” olduğunun söylenmesi yeterli olabilir mi? O haramdan nasıl “otomatik” olarak kaçınılabileceğinin eğitimini de içermelidir bir din. Aksi halde din bir bilgiler mecmuasına dönerdi ve onu bir felsefe sisteminden ayırd etmekte zorlanırdık.

Dinin üçüncü önemli boyutu ise emotion’dur, yani iştiyak, yani coşku, yani heyecan ve manevi tatmin. İbadetlerinde, dinin o hayatı kökünden kavrayan ve sarsan tecrübesinin verdiği heyecanı duymayan insanlar, basitçe birtakım fiiller yapmış olurlar, o kadar. Geçen yıllarda hatırlayın, haccın 3 ay boyunca yapılabileceğini iddia etmişti Yaşar Nuri Öztürk. Hiç unutmuyorum, Hayreddin Karaman hoca, “Resulullah Efendimiz bir kere hac yaptığı için müminlerin ancak yine o gün hac yaparak manen tatmin bulacaklarını” söylemiş ve bunun “polis zoruyla mı engelleneceğini?” sormuştu haklı olarak. Aynı tartışma kurban için de yapılıyor. Bir kere hac yaptığı için Peygamber Efendimizin bir kere kurban kestiği söylenerek, “acaba başka hac yapma imkanı bulsaydı, aynı şekilde davranır mıydı?” diye soruluyor.

Bence gereksiz yere soruluyor; çünkü dinin Apostolik safhasında, yani peygamberinin hayatında tesadüfe yer olmadığı kanaatindeyim. Aksi halde bundan İlahi projenin tesadüflerle şekillendiği sonucu çıkar ki, bu dinin kutsallığı kavramını alt üst etmekten başka bir anlama gelmez. Hz. Peygamber (sas) bir defa hac yaptıysa, bunun hikmeti bir defa hac yapmasının zorunlu olmasıdır. Başka türlü olur muydu? diye sormanın gereği yoktur. Hegel, bunun için peygamberlerin yaşadığı dönemleri zamanın işlemediği tarihin “beyaz sayfaları” sayar.

Bu durumda Hz. Peygamber’in bir defa kurban kesmesini, “Canım, başka bir seçeneği mi vardı ki!” şeklinde cevaplamak doğru olmaz. Bu, doğrudan doğruya dindeki kutsal özün ihlali anlamına gelir.

Şahsen bir ilahiyatçı değilim, söyleyeceklerim de “dışarıdan” bir bakışın sonucudur, ancak Kur’an’ı salt bir metne indirgemenin ve onun garantisi olan Hz. Peygamber’i devreden çıkararak konuşmanın yanıltıcı olacağını düşünüyorum. Düşünün ki Kur’an’ın bugün elimizde tuttuğumuz kitap olduğunu Hz. Peygamber bize söylemeseydi, biz nereden bilecektik?

Sadece bu bile bu son dinin Peygamberinin hayatında hiçbir şeyin tesadüf eseri olmadığını bize yeterince söylüyor zannediyorum.

Neredesin sen?

Bu yazı, her ne sebepten olursa olsun bayramlarını “gönüllerince kutlayamayanlara” ithaf edilmiştir.

Bulutlara tırmandığımız birer şeffaf merdiven miydi bayramlar?

Sahi, o günlerde atımızın toynakları çamurlara neden bulanmazdı?

On dört asrın, imbikten geçirilip alınlarımıza gül pembeliğinde damlatıldığı günlere neden hep bayram adını verirdik?

Severdik, içimizde kımıldayan, serpilip gelişen bir kütle kadar kesafet kazanırdı sevgimiz.

Laleyi de, gülü de severdik. Hüznü de, sevinci de aynı has duygularla kucaklar, hasretle bağrımıza basardık.

Sevgilinin sırma saçlarında imanımızı bilerdik.

Sık sık rüyayı gerçekle, gerçeği rüyayla karıştırır ve bundan tarife gelmez bir haz alırdık.

Avuçlarımızda kandil, tozlu yollara revan olur, sürurumuzu paylaşacak insanlarla hemhal olmaya koşardık tüy topuklarla.

Üzerine oturduğumuz bulutun çaktırdığı şimşekler, zamanı durdurur, ezel ve ebed aynasını cilalardı durmadan.

Susardık, susuşumuzun dudaklarımızın kenarına iliştirdiği zalim kıvrımlar, İblisleri kovmamıza yarardı.

Velhasıl, Edip Cansever’in mısralarına vurgunduk:

Ahmet abi, güzelim, bir mendil niye kanar?

Diş değil, tırnak değil, bir mendil niye kanar?

Mendilimde kan sesleri.

Mendilimiz kanamaz, kan sesleri bırakırdı içimizin en mahrem yöresine.

Gönlümüz O’nu arar, bulamayınca Neredesin sen? türküsünü mırıldanırdı.

Gönlü kırıkların, gariplerin, yoksulların zamanıydı bayramlar.

Dudaklarımızın bütün safiyetiyle uzandığı güngörmüş eller, tutamadıkları gözyaşlarını ruhlarına akıtırlardı damla damla.

Büyüklerin harçlıklarımızı ustalıkla içine yerleştirdikleri ipek mendiller, avucumuzda katmer gülleri gibi açardı.

Selvi boylu rüzgarlar diz çökerdi bayramların altın şafakları karşısında.

Minarelerin mübarek gölgesi, yaslı yüreklere teselli pınarı olurdu.

Mezardakiler bizimle halleşir, dertleşirdi.

Yerin üstü ile altı buluşurdu o güzelim anlarda.

Yeryüzündeki sürgünlüğümüz hatırlanırdı cümlemizce.

Bir bayram günü, Şirket-i Hayriye vapurunun güvertesinde tek başına, saçlarını tuzlayan şimal yellerine aldırmadan elindeki simidi çayına batırarak ılık suyunu emen gencin damağıyla beyni arasında gidip gelen düşünceleri tadardık bayram sabahı kahvaltılarında.

Bir dağ yolunda yalnız bir yolcunun ezilen başparmağındaki sızıyı içimizde duymayı öğrenmiştik.

Çölde beyni kafatasının içinde buharlaşmakta olan insanın acısına ortak olmayı da…

Duaları birer birer itinayla kelebek kanatlarına yükler, sahiplerine yollardık.

Kelimelerin, ışığa tutulan yağlı kağıt gibi önü arkası görünürdü.

Rüyalarımızdaki ölümsüz tebessümleri kendimize saklamayı bilirdik.

Kekik kokularından derlenmiş saba rüzgarları yıkamaya gelirdi şehirlerimizi.

İki Cihan Serveri Efendimiz konuğumuz olurdu. Gönlümüzde “Çalab’ın tahtını” tekrar kurar ve bir dahaki bayramda geri gelmek üzere hüzünle uğurlanırdı.

Velhasıl gök çadırları kurulurdu bayram günleri gönüllere…

O bayramları ve o insanları arıyoruz bu mübarek günde.

Gök çadırlarını dünyamıza davet edecek aziz insanların çoğalması ve sevdiklerinden ayrı kalmışların buluşması temennisiyle bayramlarınızı tebrik ediyorum.

Bir cevap yazın