Bir semti sevmek İstanbul’da…
Sana dün bir tepeden baktım azîz İstanbul! Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer. Ömrüm oldukça gönül tahtıma keyfince kurul! Sâde bir semtini sevmek bile bir ömre değer.
20. yüzyılın gökkubbemizde asılı kalan en görkemli seslerinden Yahya Kemal, “Bir başka tepeden” adlı şiirinde, aslına bakılırsa semtlerin, İstanbul semtlerinin bilgeliğini konuşturmaktadır. Bu semtlerin, kendilerine mahsus renkleri, ışıkları, sesleri, kokuları olduğundan söz eder:
“Daha elli sene evveline kadar İstanbul, Eyüp, Üsküdar ve Boğaziçi semtleri, yeryüzünde görülmüş semtlerin en güzelleriydi; her biri diğerinden başka, kendine benzer, şekli ve havası birbirinden çok farklı semtlerdi. Bir semtten diğerine geçerken, bir yıldızdan bir yıldıza geçmiş kadar başkalık duyulurdu.”
Abdülhak Şinasi Hisar da, Boğaziçi meptaplarını anlatırken, kayıkla Boğaz’dan geçenlerin her semtten başka başka musıki nağmelerinin yükseldiğini anlatır. Adeta her semtin “tuttuğu” besteler bile sâkinlerinin karakterini yansıtırcasına farklıdır, kendine mahsustur ve bir başka lezzette ve kıvamdadır.
İstanbul semtlerinin bu benzersiz özellikleri, şairin kaleminden şu sözlerle damlamaktadır satırlara:
“İklimden anlayan gerçek ve hassas bir sanatkâr, İstanbul’un semtlerinden herhangi birini, mesela Kocamustâpaşa semtini, yahut Eyüb’ü, yahut Üsküdar’ı yahut da Boğaziçi’nin henüz millî hüviyetini muhafaza eden herhangi bir köyünü seyredince kat’i bir hüküm vererek, der ki: “Bu halk bu iklimde ezelden beri sâkindir ve bu iklime bu mimarîden ve bu halktan başka unsurlar yaraşmaz.”… Türklük beşyüz seneden beri İstanbul’u ve Boğaziçi’ni bütün beşeriyyetin hayâline böyle nakşetti. Mimarîsini bu şehrin her tepesine, her sâhiline, her köşesine kurarken güyâ “Artık bu diyar durdukça Türk kalacaktır” dediği hissedilir… Farz–ı muhal olarak Türklüğün yeryüzünde güzellik namına başka bir eseri olmasaydı, yalnız bu şehir onun nasıl yaratıcı bir kudrette olduğunu isbat etmeğe kifayet ederdi.”
Bugün Yahya Kemal’in dönemindeki rahatlıkla semtlerimizden gurur duyamıyorsak da, Kocamustafapaşa gibi hâlâ yaşayan, nefes alış verişi hissedilen, Eyüp gibi manevî merkez olma iddiasını büyük ölçüde sürdüren, çok nadir de olsa Vaniköy gibi eski güzellik ve sükûnetini korumakta olan semtlerimizin var olduğunu biliyoruz.
Sözün gelişi “biliyoruz” dedim. Aslında bildiklerimiz büyük ölçüde sadece “adları”.
Peki bu adlar neyi anlatıyor? Anlamı ne? Kimden almış ismini semtim? Ne zaman ve niçin kurulmuş? Başından neler geçmiş? Kimler yaşamış ve geriye neler bırakmış?
Bu sorular, çeşitli vesilelerle aklımıza gelmiş olsa da, ya yeterli bilgi olmayışından ya da ilgimizi uyandıracak tutamakları yakalayamayışımız yüzünden bizi harekete geçirmeye yetmez çoğunlukla. Beyoğlu semtini yalnız İstanbul’da değil, Türkiye’de bile pek çok insan bilir de, “oğul”un hangi “bey”in evladı olduğunu merak etmek aklına gelmez. Bebek’in Boğaziçi’nin nadide semtlerinden birisi olduğunu çoğumuz bilir de, bu sevimli ismi kime, hangi “bebek”e borçlu olduğumuzu sormayız; keza Zeyrek’in Müslüman İstanbul’un ilk üniversitesine ev sahipliğini yaptığını da…
Çevresine giderek daha fazla duyarsızlaştırılan insanımızın doğup büyüdüğü, yaşadığı, sevdalandığı, evlendiği, yaşlandığı, kısacası yıllarını yollarına bir halı gibi serdiği semtlerini sevmesi iki şeye bağlıdır. Birincisi çevresine duyarlı olmasına, yani ilgisinin canlılığına. İkincisi de, çevresi hakkında bilgi sahibi olmasına.
Ancak toplumun ilgi ve bilgi düzeyleri birbirine eklemlenebilirse, insanların yaşadığı çevreye sahip çıkmaları ve bir şehirlilik bilinci oluşturmaları mümkün kılınabilir. Şehirlerimizin içine yuvarlandığı sahipsizlikten kurtulmanın yolu da, şehre yönelik bilincin oluşturulması ve diri tutulmasından geçmektedir.
Bu bilincin oluşturulması için semtlerin tarihleri ve o tarihten bugüne kalan eserlerin üzerindeki anlamsızlık örtüsünü çekip alarak onları yeni bir anlam halesiyle donatmak, insanların çevrelerini kendi muhayyilelerinde yeniden şekillendirmelerine ve onun tarihi ile kendi hayatları arasında bağlantılar kurmalarına yardımcı olacaktır.
Beylerbeyi’ndeki “lahana” biçimli çeşme, Kocamustafapaşa’daki Hz. Hüseyin’in kızlarının yattığına inanılan Çifte Sultanlar Türbesi, Ayasofya’nın karşısındaki Milion Taşı, Altunizade Zühdi Paşa’nın bir semte damgasını basan imar faaliyetlerinin günümüzdeki bakiyyeleri, Mecidiyeköy’ün Sultan Abdülmecid’in adıyla bağlantısı gibi deşifre edilmeyi bekleyen binlerce ayrıntıyı gizler semtlerimiz.
Bunlar ayrıntıdır ayrıntı olmasına ama hayatı kuran, anlamlı ve yaşanmaya değer kılan da bir bakıma bu küçük şeyler, ayrıntılar değil midir?