Deprem üzerine artçı düşünceler
Nadir de olsa, bürokratik işlemleri insanı canından bezdiren Beyazıt Kütüphanesi’ne uğrayıp kitap kataloglarını şöyle bir tararım, araştırdığım konuda daha önce neler yayınlanmış diye. Bazen tuhaf kitap başlıkları cezbeder beni. Mesela bir yangın, bir deprem veya bir uçak kazası üzerine, bazen de Arif Nihat Asya’nın,
İstanbul’da Kuştepe’nin,
Evlerine dönmemiş kızları-
Gayri- göremezler güneşi,
Göremezler yıldızları diye başlayan “Altı kızlar” ağıtı türünden mevzii hadiseler karşısında yazılmış destanlardır bunlar. Ağıt-destan geleneğimizin binlerce yıldır süregelen bu kolu, şimdilerde epeyce dumura uğramış gibi.
Fakat hayır. Bu rolü, büyük ölçüde medya üstlenmiş durumda artık. Televizyonlarda dramatize ediliyor, klip haline getirilip fon müziği eşliğinde sunuluyor deprem görüntüleri; gazetelerdeki ürpertici manşetlere hep bir ağızdan eşlik eden köşe yazarları, gerçekten de destanların, tragedyaların korolarını oluşturuyorlar sanki.
[Şimdi içinizden eminim köşe yazarlığına “taktığımı” geçiriyorsunuzdur. Bu konuda rahat davranmamın sebebi, çuvaldızı önce kendime batırmasını bilmem. Aksi halde bazı köşe yazarı dostlarımın serzeniş ve sitemlerini göğüsleyemezdim. Okuyucularımınkilerini de elbette!]
Ne diyorduk, evet, artık felaketler eskisi gibi bir “edebi konu” olarak gözde değil. Daha çok sinemalarda korku filmlerine konu oluyor, o da amacından saptırılarak ve endüstriyel üretim mantığına teslim olmuş bir çehreyle.
Şöyle bir düşünelim isterseniz, 17 ağustos depreminden geriye kaliteli kaç yazı kaldı diye. Şimdiye kadar Erzincan depremindeki kadının hala her söylenişinde içimizi burkan ağıtına denk kalitede bir şarkı bile üretemedi o anlı şanlı müzik endüstrimiz. Ancak “Deprem bölgesine gitsek halk bizi tartaklar mı tartaklamaz mı?” diye korkaklık testi uyguladılar birbirlerine, günde on bin dolarlara para demeyen ünlü şarkıcılarımız.
Sinan’ın ipi
Adı son bir ayda gayri ihtiyari sık sık gündeme gelen Mimar Sinan’ın kendi hatıralarında, görgüsünü artırmak için nasıl gezdiğini, her binadan ve her harabeden ibretle ders aldığını söylediğini anlatır. Mimarlarımız okudular mı bu kitabı acaba? “Harabelerden ibretle ders almanın” nasıl bir şey olduğunu, Sinan’ın mekanı nasıl hem yüzünden, hem de tersinden okumayı başardığını kamuoyunda tartışan hiç oldu mu dersiniz?
Hani bir anekdot anlatılır ya Sinan hakkında: Güya Sinan, inşa etmekte olduğu caminin etrafında gezinirken bir çocuğun ısrarla “Minare eğik yapılmış” diye bağırdığını duyar. Çocuk diretir. Kimse ikna edemez minarenin düz olduğuna çocuğu. Sonunda Sinan çareyi bulur ve bir ip bağlatır şerefenin etrafına ve düzeltir gibi yaptırır işçilerine. Çocuk bu işlemden sonra ikna olmuş, gözündeki sanal perde kalkmıştır! 17 ağustos depremi de, Sinan’ın minareye ip bağlatıp çektirmesi türünden bir algı çarpıklığını düzeltme işlevini görebilir. Yıllardır uzmanların yöneticileri ikna etmek için kısık sesle, medyanın fazla itibar etmediği muhitlerde dile getirmek için çırpındıkları bir hakikatı, deprem bütün nobranlığıyla yüzümüze tokat gibi çarptı. Tıpkı Sinan’ın ipinin çocuğu ikna etmeye yetmesi gibi, deprem de Türkiye’de en temel yanlışların yıllardır nasıl yaldızlanarak doğru gibi sunulduğunu gösterdi bize…
Tayvan kadar olamadık!
Yetmezmiş gibi, bizimkinden daha büyük ve daha şiddetli bir deprem geçiren Tayvan’da ölü, yaralı ve yıkılan bina sayısının bizimkinden en az 10 kat düşük haberi geçmez mi bültenlerden? Aslında bu haber, bir şamar gibi inmelidir suratına teknokrat ve bürokratlarımızın, belediyelerimizin, siyasetçilerimizin…
75 yılda şehirlerini, evlerini, sanayisini ufacık Tayvan kadar olsun sağlam yapamayışımızın üzüntüsü, beni yiyip bitiriyor. Ama 10. Yıl Marşı’nın yılmaz solistlerinin yüzünün kızardığına hiç şahit olmadım bugüne kadar! Bu kadar çürük binalar ve bozuk zeminler üzerine kurulan bir ülke, hangi yüzle ilelebet payidar kalacağı iddiasında bulunabiliyor, o da ayrı bir merak konusu. Cumhuriyet’in sağlam nesiller kadar sağlam binalarla da ayakta durabileceği Eflatun’un Yasalar’ından beri biliniyor oysa.
Belkemiğimizdeki dayanılmaz sızı
Oysa varoluşumuzu bel kemiğinden sızlatan bir tecrübeydi 17 ağustos depremi. Kaderle, ölümle, hayatla, acıyla, umutla, umutsuzlukla, Allah’la, meleklerle, şeytanla, yaratılış hikmetimizle vs. bire bir yüzleştiğimiz muazzam bir tecrübe oldu bu deprem. Tarih bize gösteriyor ki, toplumlar, varoluşlarını tehdit eden bu tür ortak felaketler sayesinde olgunlaşma basamağında birkaç adım ileri fırlamayı başarmış ve aynı hataları tekrarlamamak için ders çıkarmışlardır.
Felaketler, bir bilgelik hazinesini cömertçe sermiştir toplumların yoluna tarih boyunca.
Sağlam binalar, sağlam kafalar!
Ünlü Romalı mimar Vitrivius bundan 2000 küsur yıl önce başarılı bir mimari eserin 3 özelliği olduğunu söylemişti: a) Firmitas, yani sağlamlık, b) Utilitas, yani kullanışlılık, c) Venustas, yani estetik güzellik. Bir yapı, her şeyden önce içindekileri deprem, yağmur ve diğer kuvvet ve yüklere karşı korumalı, yıkılmamalıdır. Bu bir binanın en önde gelen şartıdır. İşlevsel olması ve estetik haz vermesi gibi kriterler ise ancak firmitas (sağlamlık ve güvenlik) gerçekleştirildikten sonra ele alınmalıdır Vitrivius’a göre… 2000 yıllık bu en temel bilgiye aldırış etmemenin bedelini maalesef son depremde büyük acılarla ödedik.