• Home
  • Genel
  • Ergenekon’un fermuarından görünen “Diyarbakır komünü”

Ergenekon’un fermuarından görünen “Diyarbakır komünü”

Ergenekon’un fermuarından görünen “Diyarbakır komünü”
Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim.
Ergenekon Operasyonu ikinci yaşına bastı, şimdi boyutlarının nerelere varacağı merak konusu. Besbelli kökleri epeyce derinde. Ali Bayramoğlu’nun dediği gibi Ergenekon’un benzeri gizli örgütlerden farkı, mevcut siyasi yapıyı yalnız yıkmak değil, yeni baştan kurmak istemesidir.
Dolayısıyla Ergenekon’un mahiyetini iyi tespit etmek gerekir. Bir yanda “devletin tepesinden iktidarı yıkmak” isteyenler var, öbür yandan ses getirecek eylemler düzenleyen tetikçiler. Üstelik bu hareket, seçim öncesinde gördüğümüz mitingler gibi halkı meydanlara dökerek siyasallaşma eğiliminde.
Burada bir adım daha atarak şunu ileri sürmek durumundayım: Ergenekoncuların bir ayağı Orta Asya’dadır, yani oradaki yönetimlerin de kendi arzularına göre dizayn edilmesi için uğraş vermektedirler. Yıllar önce Mecidiyeköy’deki bir otelde Ergenekon soruşturmasının bir önceki dalgasında tutuklanan bir emekli paşayı Kazakistan’ın ünlü bir şairiyle baş başa gördüğümde işin bu noktalara varacağını elbette düşünemezdim. Ancak o görüşmeden sonra sözünü ettiğim muhalif şairi Kazakistan’ın başına geçirmek için “state behind”ın derin bir mücadele içinde olduğunu öğrendiğimde anladım ki, mesele sadece Haydar Aliyev’den ibaret değilmiş.
Farkındayım, nöbetçi tarihçimiz bugün pusulayı şaşırıp aktüaliteye fazla daldı diyorsunuz içinizden. Ancak biz de insanız, değil mi? Arada bir güncel tarih yazmak bizim de hakkımızdır.
Geçtiğimiz perşembe akşamı 32. Gün programında Gülay Göktürk “Şimdi merak edilen şey, Ergenekon’un Fırat’ın doğusuna uzanıp uzanmayacağıdır.” diyerek derin devletin fermuarını biraz daha açmış oldu. Gerçekten de Güneydoğu, özellikle Diyarbakır boyutu, Ergenekon’un hangi saçaklara tırmandığını göstermesi bakımından önemli olacak.
Bugün biz de Osmanlı tarihine uzanalım ve Diyarbakır merkezli bir direnişin örtüsünü açalım.
Sahi Osmanlı tarihini ne denli kötürüm ettiğimizin farkında mıyız? El birliğiyle ortaya bir Osmanlı karikatürü koyuyor ve işin garibi, yaptığımızı beğenmiyoruz! Osmanlı bu değil, bu olamaz.
Sadece azameti, hoşgörüsü, uzun ömürlülüğü vs. ile açıklamıyorum Osmanlı’yı. Mantık çalıştırılarak da bu engin coğrafyada, bu kadar karmaşık bir halklar yelpazesiyle ve bu kadar uzun ömürlü bir devleti yönetmenin çocuk oyuncağı olmadığı pekala anlaşılabilir. Düşünün ki, Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar her on yılda bir adeta yıkılıp yeniden kurulmakta. En son geçen yıl Sırbistan ve Karadağ’ın bağımsız birer devlete dönüşmesi, Osmanlı’nın tasfiyesinin hâlâ bitmediğinin göstergesi değil de neydi?
Peki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü Japonya’da, kendisinden 112 yıl önce, II. Abdülhamid döneminde oralara kadar gitmiş olan yelkenli Osmanlı gemisi hayaletinin karşılamış olmasını neyle izah edeceksiniz? Üstelik Ertuğrul Fırkateyni’nin Oşima (İngilizce yazılışıyla Oshima değil!) kayalıklarında uğradığı feci akıbet, Cumhuriyet döneminin ünlü dolayısıyla şair Can Yücel’in büyük Milli Eğitim Bakanlarından Hasan-Âli Yücel’in dedesi olunca ‘Osmanlı’ isimli bu geminin cesametine şaşmamak elde midir?
Türkiye’de bir zamanlar ‘toplumsal tarih’ yazdıkları iddiasındaki kesim, sosyalistlerdi. Ne var ki, bütün yaptıkları, ATÜT (Asya Tipi Üretim Tarzı) denilen ve Karl Marx’ın Avrupa semalarından Zeus gibi bakarak üzerimize bir ağ olarak fırlattığı teorik çıtçıtı tarihimize dikme uğraşını şurasından burasından mıncıklamaktı. Kemal Tahir’in bu zehirli çıtçıtı çıkarıp atmak için bir ömür boyu uğraşmak, söküp atmak istediğinde ise ne azim belalarla boğuşmak zorunda kaldığını biliyorsunuzdur. Bu arada haklarını yemeyelim, bir de Nazım Hikmet’in dünyaca meşhur icadı olan Şeyh Bedrettin masalı vardı, malum.
Belge ve bilgiler tepelerinde birer zebani olmadan ortak hafızamızın kanallarına serbestçe aktıkça ayan beyan görmeye başlıyoruz ki, Osmanlı tarihi, cebinden kat kat olmuş mendiller gibi bizden saklamış nice olayları. Kime? Gözü olanlara elbette.
İşte Hollanda (Leiden) ve ABD’de (Boston) yeni çıkan bir kitap bizi Osmanlı tarihi okyanusundaki bakir adalarla tanıştırıyor; daha doğrusu bir zamanlar su altında kalmış olan ama artık işgalci sular (mesela Marksizm) küresel ısınmadan dolayı ortalıktan çekilince gün ışığı gören bakir adalarla.
Kitabın yazarı Ariel Salzmann, bir ABD’li akademisyen. Daha önce “Osmanlı: İnsanlığın Son Adası” adlı kitabımda kendisinden ve ‘Osmanlı’da özelleştirme’ konulu ünlü makalesinden söz etmiştim. Orada Osmanlı Devleti’nin, 17. yüzyıldan itibaren getirdiği iltizam uygulamasıyla bir tür ‘özelleştirme’ye gittiğini ama nedense bu ‘çağdaş’ tercihi dolayısıyla özelleştirmeyi savunanlarca dahi eleştirildiğini söylüyor, bu akıl almaz garabete dikkatimizi çekiyordu. Oysa Salzmann’a göre, tam da serbest piyasa ekonomisi çağında, yani bir devletin sırtında kambur olan KİT’leri özelleştirmesinin iyi bir şey olduğuna sonuna dek inanan bizlerin (istisnalar elbette var) Osmanlı Devleti hem de yüzyıllar önce aynı şeyi yapınca neden onu eleştirdiğini anlayamadığını söylemişti.
Salzmann, son kitabı “Tocqueville in the Ottoman Empire”da (Brill Yayınevi, 2004) hayal gücümüzü biraz daha zorlamamızı istiyor. Eğer diyor, Fransız filozofu Alexis de Tocqueville Amerika Birleşik Devletleri yerine ‘Osmanlı Birleşik Devletleri’nin sistemini incelemiş olsaydı, aynı şekilde erken modern devletin tohumlarının bir kısmının Osmanlı’nın bakir topraklarında yattığı tespitinde bulunabilir miydi?
Kitabında Osmanlı’da federalizm konusunu da işleyen yazar, burada Diyarbakır tarihinin bilinmeyen bir dönemine ışık tutarak aslında bizim solcuların, Şeyh Bedrettin’de boşu boşuna aradıkları, tam da kendilerine lazım olacak müthiş bir argümanı nasıl ıskaladıklarını ustaca ortaya koyuyor. Varsa yoksa “1871 Paris Komünü” diyen ve devlete direnenleri kutsayan solcularımızın, Paris Komünü’nden 50 küsur yıl önce Şeyhzade İbrahim Paşa’nın “Diyarbakır Komünü”nden bihaber ve dolayısıyla suskun kalmaları yeterince garip değil mi? Türkiye’de sol düşüncenin çarpık gelişimi incelenirse garip değil aslında.
Kimdir 19. yüzyıl başlarında Diyarbakır’da 3 ay kadar bağımsız bir yönetim kurmuş olan İbrahim Paşa ve nedir “Diyarbakır komünü”? Bunları gelecek yazımızda ele alacağız.
________________________________________

13 Temmuz 2008, Pazar

Bir cevap yazın