Feminizmin kararttığı kadın tarihi
Hatırlayanlar olur belki. Birkaç yıl önceki yazılarımda feminizmin fenalıklarından söz ediyordum sık sık… Feminizm gerek kadın-erkek ilişkilerine dair, gerekse aileye, topluma ve giderek tarihe dair söylediklerinde temel bir hataydı bana göre. Bu hatanın da şehirleşen kadınlara basın yoluyla bir hastalık gibi sirayet ettiğini söylüyordum.
Şuydu o büyük hata: Modernleşme süreci, doğuştan getirdiğimiz (birincil) kimliklerin (soy sop, ırk, cinsiyet vs.) gevşetilip, yerine sonradan edinilmiş kimliklerin (siyasî düzeyde parti, sosyal düzeyde firma vs.) ikame edilmesi sürecidir. Ancak feminizm, tam da bu yönüyle, bizi o topyekün ve kaba saba kimliklere, üstelik de iri kıyım bir söylemin içine çekmektedir. Temele yeniden biyolojik cins ayrımını koymakta ve bunun üzerinden yeniden “büyük anlatılar” geliştirmeye koyulmaktadır.
Ne var ki, feminizmin bizi inandırmaya gayret ettiği gibi, geçmiş, bugün ve geleceği kat eden tek bir kadın kimliği ve kadın tarihi yoktur, olamaz ve olmamıştır da. Kadın değil, kadınlar ve kadınlıklar yüzmüştür zamanın selinde. Arap kadını ile Rus kadınını birleştiren noktalar, Arap erkeği ile Rus erkeğini birleştirenlerden fazla değildir. Nasıl biz erkekler birbirimize “erkek” diye değil, Arap, Türk, Rus erkekleri gözüyle bakıyorsak, kadınlar da kendilerine topyekün bir “hemşire” ideolojisiyle değil, farklı yaş ve sosyal statü mensupları olarak bakmaya hazır olmalıdırlar zihnen.
Kaldı ki, aynı ülke ve toplum içerisinde de farklı kadın kümeleri ve tabakaları yok mudur? Merve Kavakçı ile Türkân Saylan’ı aynı “kadınlık” paydası altında birleştiren noktalar yanında ayıran noktaları bir düşünün isterseniz.
O zaman feminizmin bugünü olduğu kadar geçmişi anlamaya ilişkin çabamızın da önündeki en inatçı engellerden birisi olması şaşırtıcı mıdır? Aileyi yeryüzünde tek bir değişmez kurum olarak ele almak, sonra da bu mutlak ve değişmez ataerkil aile icadına dayanarak bütün geçmiş kadınlık tarihini erkek egemenliğinden kurtulma serüveni olarak resmetmek, feminizmin tam da bunu başarmak için yola çıktığını iddia etmek, komünizm kadar gösterişli bir ideolojidir aslında.
Ve her ideoloji gibi feminizm de, aydınlattığından daha kalın bir gölge yayar zihinlerin üstüne.
Oysa kadınların tarihinin gerçek yüzü, bu kadar uçuk genellemeler yerine, daha özel ve dar bir alana odaklanmak suretiyle ortaya çıkartılabilir. Tıpkı geçen hafta yazdığım Leslie Peirce’in Gaziantep (Ayıntab) şeriyye sicillerinden önümüze düşürdüğü sarsıcı kadın portreleri gibi. (Gaziantepli kadınların hikâyelerine gelecek hafta döneceğiz.)
Yine arşiv vesikalarına dayalı bir çalışma, Judith Tucker’ın 1992’de yayınlanan bir araştırması, Nablus’ta erkeklerle kadınlar arasındaki ilişkiler üzerine çarpıcı belgelere ulaşıyor. Nabluslu erkeklerin “ataerkil” gibi görünmesine rağmen, aslında geniş aile rejiminden ötürü evde hiçbir zaman tek söz sahibi otorite haline gelemediğini ve kaynanaların gelinler üzerindeki kontrolünün kocanınkini kat be kat aştığını dile getiriyor. Üst sınıflara mensup Nabluslu Arap kadınların, bu karmaşık, sağlam ve geniş aile bağları yüzünden evliliği bir tür ekonomik ve sosyal garanti olarak algıladıklarını, aşağı sınıflarda ise kadınların evlilikleri çatırdamaya yüz tuttuğunda mahkemeleri, akrabalarının desteğini harekete geçirmek maksadıyla “kullandıklarını” ortaya koyuyor.
Hasılı, Nablus araştırmasından çıkan sonuç, o astığı astık, kestiği kestik Ortadoğu erkeği imajının, geniş ailelerin karmaşık ilişkileri karşısında buharlaştığıdır.
Tucker’ın Nikki Keddie ve Beth Baron’un Yale Üniversitesi tarafından 1992’de yayınlanan “Women in Middle Eastern History” adıyla yayınlanan derlemesindeki araştırmasıyla feminizm bir kere daha yanlışlanmıştır. Ne var ki, bilirsiniz, ideolojiler yanlışlanmaya karşı şerbetlidir. Yanlışlanma, bilimsel teoriler için söz konusudur. Ama ideolojiler öyle mi? Bilimsel olarak yanlışlığı gün gibi aşikârken bile komünizm hâlâ bilimsel olduğunu iddia ettiği ideolojisini fırınlayıp durmuyor muydu?
Feminizm, modernliğin son büyük ideolojisi. Kolay kolay yıkılmaz, çünkü hiçbir zaman kurulmamıştı. İdeolojiler kendileri bir şey inşa etmezler. Hep başka bir yarım-gerçekliği sömürür dururlar.
Feminizm de modern toplumdaki özgürleşme rüzgârını, biyolojiye indirgeyerek besleneceği, daha doğrusu sömüreceği bir damar bulmuş oldu. Oysa Foucault’nun dediği gibi, insanlığın kölelikten özgürlüğe doğru kesintisizce “ilerlediği” yollu tez, bir başka deyişle “ilerleme tezi”, yaman bir tuzağı gizlemeye yardım etmektedir. Nitekim özgürlüğün adımları sanılan modern hamleler -kadınları ailelerin denetiminden kurtarıp tıbbın ve iktidarın denetimine terk etmekte olduğu gibi-, bir başka tutsaklığın zulmünü örten süsler olabilmiştir bazen.
Feminizm, günümüzdeki tahakküm biçimlerini gizleyen bir ideoloji olmak istemiyorsa, geçmişe karşı uyguladığı tahakkümden vazgeçmelidir.
Yani feminizm geçmişi artık rahat bırakmalıdır.
Do you want Search?
Random Post
Search
One Comment
Deniz Sevim
14 Temmuz 2011 at 15:33Femnizm ve toplumsal cinsiyet çalışmaları akademik alana -elbette tarih alanınına da- önemli açılımlar getirmiştir. Leslie Pierce’in “Ahlak Oyunları” kitabı toplumsal cinsiyet perspektifini kullanır. Peirce Haerm-i Hümayun eserinde de bu perspektifi kullanır; onun tarihe feminist teoriden bağımsız baktığını kanıtlayacak verileriniz var mıdır? Ahlak Oyunları kitabının bir yerinde “feminist tarihçiliğin bize öğrettiği” gibi bir ifade yer alır. Kadınların kadınlar üzerindeki iktidarı kullanma biçimleri de feminist çalışmaların bir parçasıdır. Yazdıklarınız feminist teori hakkında fazla derin bir bilgiye sahip olmadığınız izlenimini uyandırıyor. Önyargılı ve sığ bir yazı…