Güneşin batmadığı günler

Güneşin batmadığı günler

Ne olduysa oldu, geçtiğimiz hafta şeytanın bacağını kırıp Bakü’ye gidişimden itibaren konar göçer leyleklere döndüm.

Önce Bakü, ardından Kapadokya, en son olarak da Moskova–St. Petersburg gezilerini bir haftaya sığdırmayı başardım. Yoksa dualarımdan birinde ben de Evliya Çelebi gibi “Şefaat ya Resulallah!” yerine dilim sürçüp “Seyahat ya Resulallah!” dedim de haberim mi yok?

Geçtiğimiz pazar günü uçağımız Moskova’ya doğru havalanırken, bir halk hakkında bu kadar çok önyargıyı beraberimde taşıdığımın farkında bile değildim. Dönüş yolunda bu yanlı ve hatalı önyargılarımın çoğundan kurtulup hafiflemiş olduğumu hissedecektim.

Rus insanı, bir zamanlar bizim “Moskof” diye nitelendirdiğimiz o Frankeştayn değil kesinlikle. Onu ancak Dostoyevski’nin eserlerinde bulduğumuz tiplerde tanıyabiliriz. Ruslar ilk bakışta ten renklerinden gelen bir soğuk rüzgâr estiriyor görünseler de, biraz deşildiklerinde içlerindeki sıcaklığın, kibarlık ve yardımseverliğin bütün yüzlerine ne büyük bir hızla yayıldığını görüyorsunuz.

Özellikle de kadınlar…

Zaten Rusya’da erkekler ortalıkta yok gibi. Onların nerede olduklarını bilmiyorum ama kadınlar çöpçülükten tren kondüktörlüğüne, amelelikten manavlığa kadar her alana el atmış durumdalar. Buna rağmen güzeller ve bakımlılar. Erkekler ise anlaşılmaz bir hızla 40’larına vardıklarında çöküyor, 50’lerinin ortalarında da ölüp gidiyorlarmış. Çok küçük yaşta alkol ve uyuşturucu kullanmaya başlamalarına bağlıyorlar bunu. Ben “Çok mu çalışıyorlar acaba?” diye sorduğumda muhatabım gülerek, “Aslında kadınlar daha çok çalışıyor.” şeklinde cevaplıyor.

Bizim pek alışık olmadığımız bir sıkıntıyı yaşıyor bugün Ruslar. Rusya’da nüfus büyük bir hızla azalıyor. Her yıl 1 milyona yakın insan nüfustan düşülüyor. Ailelerin en fazla bir çocuk sahibi olmaları, boşanmaların yüzde 60’ları bulması, fakirlik ve çocukların küçük yaşlardan itibaren cinsel serbesti içinde büyütülmeleri yüzünden bir yerden sonra isteksizliğin başlaması gibi faktörler yüzünden Rus nüfusu büyük bir hızla azalıyormuş. Buna bir de erkek nüfusun hep kadınlardan (en az yüzde 10) az olması eklenince, doğum oranları ile ölüm oranları arasındaki denge bu defa yaşayanlar aleyhine bozuluyor.

Gelin görün ki sokaklarda yaşlılar yok denecek kadar az. Ortalıkta hep gençler var. Parklarda güneşleniyor, hamburger yiyor, gündüz koşturuyor, geceleri ise eğleniyorlar.

Malum, 21 Haziran ve takip eden birkaç günde Rusya’da, özellikle Petersburg’da güneş neredeyse hiç batmıyor! Hep gündüz, daima gündüz, kesintisiz gündüz. Bunu duyardım da yaşayınca çok farklı oluyor doğrusu.

Bir ara gözüm saatime ilişti; saat 22.30, yani bizim gece yarısına doğru ilerlediğimiz saatlerde Petersburg, o muhteşem akşamı yeni yeni yaşamaya başlıyordu. Saat 23.00’ü buldu yine bir şey değişmedi, 24.00, yani gece yarısı oldu, aynı. Bir ara gökyüzünde erguvan renkli patlamaların ardından aydınlık bir lacivert dalgası belirdi. Bulutlar erguvan pembeliğinde, gök laciverde boyanmış, ufukta güneş batıp batmamakta tereddüt içinde, son ışıklarının peşini inatla bırakmıyor.

Neden sonra gerilen bir kayışın kopması yahut Ahmet Haşim’in kanlı bir başın ufka düşmesi şeklinde tarif ettiği hadise gerçekleşti, kan ufuk boyunca yayıldı, pıhtılaştı, kurudu, hafiften karardı, lacivert renkli sema ile girdiği savaşta direndi, etrafta çocukların yaktığı bizim Hıdrellez ateşlerine benzer ışık kümeleri belirdi.

Baltık sahillerinde hatıra taşı toplayan ellerimizin tuzu henüz kurumadan nazlı Neva nehrinin kıyısında bir kafeye gidiyoruz. Çay, kahve derken gençlerin çığlıkları arasında güneşin battığı yerin hemen solundan bu defa güneşin tekrar doğduğunu görüyoruz. Gözlerimize inanamıyoruz. Saat yaklaşık gecenin 3’ü ve henüz tam karanlık bastırmadan bu defa ertesi gün başlıyor.

Ruslar buna hiç bitmeyen günler anlamında “beyaz geceler” diyor ki haklılarmış. Bu yılın en uzun gününü Petersburglular ile birlikte sokakta geçirenler bunun haklılığını anlayabilirler ancak.

Beyaz Geceler, Petersburg’da turizmin patlama yaptığı bir dönem aynı zamanda. Dünyanın dört bir köşesinden insanlar akın akın bu ilginç hadiseyi yaşamak üzere Petersburg’a geliyor.

Dedim ya, Rusya gezisi ile ilgili anlatacaklarım bitecek gibi değil.

Boğaz’da ”Beyaz Geceler”

21 Haziran gecesi (daha doğrusu gündüzü), akşam yemeğini Neva nehrinin kıyısına demirleyen, Çarlık zamanındaki gemiler örnek alınarak yeniden yapılmış bir yelkenli gemide yedik. Rus gazeteciler ile Türkiye’den beraber gittiğimiz dostların katıldığı o hiç bitmeyen gün, hafızamıza ebediyyen kazınacak hatıralarla yüklü olarak geçti.

Avrasya’da diyaloğun kapılarının aralandığı o muhteşem yemekte karşılıklı olarak hoş ve anlamlı konuşmalar yapıldı. Alaturka musikinin nağmeleri Neva nehrine bir çağlayan halinde akarken, birden şiirin o efsunlu sesi çıkageldi İstanbul’dan. Petersburg’daki Türk–Rus Lisesi’nin edebiyat öğretmeni, olağanüstü bir seslendirme ve mizansenle Sezai Karakoç’un “Ey sevgili, en sevgili, uzatma dünya sürgünümü benim” mısralarıyla hafızalarımıza nakşolan şiirini okumaya başlıyor.

Neva’nın alacalı suları erimiş bir ayna gibi sonsuzluğa kayıp giderken, ben, Kandilli sahillerinde Abdülhak Şinasi Hisar’ın sözünü ettiği mehtap âlemlerinden birinde, kulağımda Nihavend bir beste, karşımda Tanpınar’ın ateş tığlarla ördüğü Huzur, dilimin ucunda Mümtaz’ın Nuran’a söylemeyi aklından geçirdiği “Birbirimizi mi, yoksa Boğaz’ı mı seviyoruz?” sözü.

Bu sözün hakiki anlamını bu beyaz gecede daha aydınlık bir şekilde kavrıyorum. Bu sözü o akşamın mahmurluğu içinde “Birbirimizi mi, yoksa Neva’yı mı seviyoruz?” şeklinde tahrif etmek için zihnim çok uğraşmak zorunda kaldı. Fakat hayır. Oturmayan bir şey var sanki bu ikinci cümlede. Direnen, eğilip bükülmeyen, kendisi kalmak için mücadele veren tarif edemediğim bir güç…

Sonradan fark ettim ki, Petersburg hiçbir zaman İstanbul’un yerini tutamaz. Sonradan fark ettim ki, tıpkı Venedik gibi Petersburg’un kanalları da Boğaz’ın yanında yapma bir cennettir. Sonradan fark ettim ki, beklenmedik oyuntular, girinti ve çıkıntılar, koylar, deltalar, tepeler, dalları ve yapraklarıyla secdeye kapanmış ağaçlardır İstanbul’un bu zümrüt ejderhasını gönlümüzle bu kadar teklifsiz bir ilişkiye sokan esrar.

Hasılı Petersburg, güzel, hatta çok güzel bir şehir ve şu anki İstanbul, üzülerek söylüyorum ki, bakımsızlıktan harabeye dönmekte olan Petersburg ile yarışamaz. Şehirlerimize ne büyük bir gaddarlıkla kıydığımızı bu güzel şehirleri gördükten sonra daha iyi kavrıyor insan.

Bütün bunlara rağmen Petersburg, fazlasıyla insan yapısı bir şehir. Her şey, ziyadesiyle düzenli. Caddeler düz ve geniş. Binalar asker kıtaları gibi hep aynı yükseklikte ve hizada. Nehir, cetvelle çizilmiş gibi düz kanalların kafesinde akmak zorunda. Yeşillik çok, lakin hemen hepsi yetkililer karar verdiği için oradalar…

Bu şehir, Barok bir sanat eserinin bütünlük takıntısını nefis bir üslup içinde sergiliyor. Fakat insanı şaşırtan, nefesini kesecek, beynini donduracak sürprizlere açık değil. Dört köşesine dört at heykelinin dikildiği köprü de dahil olmak üzere yapay bir dünyanın içinde sahte bir cennet kurulmuş.

Oysa insan biraz da tabiatın nabzının atışlarını duymalı değil mi bir şehirde? Belki İstanbul’un ziyadesiyle tesiri altındayım ama bir şehir, tabiatın ritmine de belli bir serbesti tanıyabilmeli bana göre.

Çar’ın gemisinde Nihavend bestenin kışkırttığı gözyaşlarının beni getirdiği nokta, İstanbul ve Petersburg’un iki kızkardeş kadar birbirine benzediği ve benzemediği oldu!

Bir cevap yazın