• Home
  • Genel
  • IV. Murad İstanbul’unun en ünlü fıtık cerrahı bir kadındı

IV. Murad İstanbul’unun en ünlü fıtık cerrahı bir kadındı

IV. Murad İstanbul’unun en ünlü fıtık cerrahı bir kadındı
Osmanlı… Kadını, erkeği ve çocuğuyla, padişahı ve dilencisiyle, okçusu ve hukukçusuyla yabancı bir tarihtir bize. Onu buzlu camların ardından seyr ede ede gözlerimiz bozulmuş olmalı ki, burnumuzun dibindeki bu engin ve dahi zengin tarihi küçülte küçülte bir hal olmuşuz. Kendimize benzetmişiz onu. Zannetmişiz ki, bugün ne isek, birkaç yüzyıl öncesinde de aşağı yukarı aynı şeydik, hatta daha da kötü vaziyetteydik. Temel varsayımımız değişmiyor ama: Biz ileri bir toplumuz, geçmiştekiler geriydi.
Bir kere tarihi evrim geçiren bir süreç olarak kurguladığınız, yani ilerlemeci bir tarih algılayışına kapı açtığınız zaman gelecek, geçmişten mutlaka daha iyi olacak diye düşünmeye başlarsınız. Gariptir, hayvanlar âleminde bir evrim olduğuna inanmayan ve Darwin’e ateş püsküren çevreler bile aynı evrim kanununu sosyal alanda geçerli ve gayet meşru sayarlar. Oysa ikisinin de çıkış noktası aynıdır: İnsanlık evrim geçirmektedir. Tek farkları, birisinin biyolojik, öbürünün sosyal olarak evrim geçirdiğimizi savunmasıdır. İlerleme kanunu, ikisinde de esas ve mutlaktır.
Her neyse, burada evrimi tartışacak değilim. Maksadım, Osmanlı kadın tarihine bugün etrafımıza örülen zırhlar arasından bir pencere açmak. Duvar sağlam olunca korkarım bu açma işlemi biraz hasarlı olacak; ama deneyeceğim.
Ronald Jennings’in Kayseri, Kıbrıs ve Trabzon, İsrailli araştırmacı Haim Gerber’in Bursa Şeriyye Sicilleri üzerinde, Yvonne J. Seng’in ise Üsküdar Tereke Defterleri üzerinde yaptığı çalışmalar Osmanlı kadın tarihinin karanlık bölgelerine güçlü birer ışık tutuyor.
Mesela Jennings, Osmanlı mahkemelerinin kapısının, gayrimüslim kadınlar dahil bütün şikayetçilere açık olduğunun altını çiziyor ve kadınların nikâh, boşanma, mülkiyet hakları ve miras gibi konularda kendilerine adil davranılmadığını düşündükleri zaman sık sık mahkemelerin kapısını çaldıklarını ortaya koyuyor. Yani öyle pasif, köleleştirilmiş, bütün hayatı kocasının iki dudağı arasından çıkacak söze bağlı bir Osmanlı kadın tipi hayalden ibarettir. Hatta incelediği dönemde Kayserili kadınların yüzde 80’i bizzat mahkemeye gelmiş, ancak yüzde 20’si yerlerine vekil göndermiştir. En çarpıcı örneklerden birisi, babası tarafından zorla istemediği bir erkekle evlendirilmek istenen kızın Sipahi Mehmed’le değil, İbrahim Çelebi’yle evlenmek istediğini kadıya söylemesi ve işin daha da tuhafı, mahkemenin kızı haklı görüp İbrahim’le evlenmesinin haklı olacağına karar vermesidir.
Gerber, 16. yüzyıl Bursa mahkeme kayıtlarını incelediği zaman çok eşlilik konusunda Batı’daki önyargıların ne kadar geçersiz olduklarını tespit etmiş. 1545-1659 dönemindeki 114 yıllık kayıtlar, ölen 1, 516 erkeğin yüzde 92’sinin tek eşli olduğunu, iki eşli olanların oranının yüzde 7, üç eşli olanların ise yüzde 1’den daha az olduğunu göstermiş Gerber’e. Dilimize doladığımız 4 eşliliğe ise bu dönemde hiç rastlanmaması tesadüf olamaz herhalde!
Seng’in Üsküdar’la ilgili İngilizce doktora tezi ise Üsküdarlı kadınların 1521-1524 yıllarında şirketlere ortak olmaktan tutun da kredi vermeye kadar pek çok ‘erkek işi’ne bulaştıklarını ortaya koyuyor. (Mafyaya bulaşmışlar mı, henüz bilmiyoruz!) 16. yüzyılda son derece aktif olan Üsküdarlı kadınlar, Osmanlı kadınlarının evlerinde mahpus hayatı yaşadıkları efsanesini bir kere daha gömüyorlar mitoloji mezarlığına. Tabii anlayana… (Bu bilgileri Metin Yüksel’in “International Journal of Turkish Studies”, cilt 11, No: 1-2’deki makalesinden derledim.)
Söz Üsküdar’dan açılmışken bu defa Seng’in Üsküdarlı kadınlarının yüz yıl ilerisinde yaşamış bir kadın cerrahtan söz edelim; Salih binti Küpeli Hatun’dan.
Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’nde (Maliyeden Müdevver Defterler’de) 1622 yılından (Genç Osman dönemi) itibaren rastladığımız bir dizi belge, bizi Üsküdarlı bir kadın cerrahla tanıştırmaktadır. Bu kadar belgenin peş peşe sıralanması da göstermektedir ki, devrin en ünlü ve başı en kalabalık fıtık cerrahı, Saliha Hatun’dur. Üstelik bir belgeden öğrendiğimize göre bu kadın, Kıptî, yani Çingene’dir.
Evet, aynı dönemde Avrupa şehirlerinden kovulan Çingeneler, üstelik kadınken Osmanlı Devleti’nin başkentinin göbeğinde resmî olarak doktorluk yapıyor ve bunlar resmî kayıtlara geçiyor ve biz hâlâ Osmanlı kadınını köleleştirilmiş, eve kapatılmış, bütün hakları elinden alınmış gibi sunuyor ve bundan da garip bir haz duyuyoruz. İlerlemiş olduğumuzu nasıl ispat edeceğiz aksi halde? Onlar geri olarak sunulmalı ki, ileri olduğumuz anlaşılabilsin! Öyle değil mi?
Velhasıl Saliha Hatun, Üsküdar’da kadın-erkek fark etmeden hastalarına hizmet veriyor, onlara şifa dağıtıyor, arı gibi çalışıyor. Üstelik de her hastasıyla bir sözleşme imzalamak ve tedavi ücretinin yarısından fazlasını peşin almak şartıyla. Saliha Hatun’un hastalarına bir şart daha koştuğunu görüyoruz. Hasta tedavi sırasında ölürse sorumluluğu kabul etmediğine ve hasta sahiplerinin herhangi bir sorgu sualine muhatap olmayacağına dair bir de belge düzenletiyor: Bunlardan birini paylaşayım sizinle (hasta konuşuyor):
“Müddet-i medîd fıtık arızasına mübtela olup mu’aleceye şiddet-i ihtiyacım olup mezbure hatunı maraz-ı mezkûra ilac eylemek içün 800 akçe ücret ile icar idüb ücret-i merkumeden 500 akçasını ber-vech-i peşin meste’cire-i mersume hatuna ifa ve teslim idüp icare-i mezkureden 300 akçesi halen zimmetimde mezbure hatuna ait ve raci deynimdedir, bi-emrillahi teala mezbure hatunun mübaşereti sebebiyle maraz-ı mersumdan ifakat bulmayup helak olursam veresemden ve ahardan mezbure Saliha Hatun’u dem ü diyetime müteallik rencide idüp dava ve niza eylemesünler…”
Yani, uzun süredir fıtık illetine tutulmuştum, tedaviye şiddetle ihtiyacım vardı, Saliha Hatun’u bulup hastalığımı iyileştirmesi için 800 akçe ücretle tuttum, 500 akçesini peşin verdim, kalan 300 akçe de yanımdadır ve bu para da onundur. Allah’ın emri vaki olup da ameliyat masasından kalkamaz ve ölürsem varislerim ve onların çocukları bu kadına beni öldürdü diye diyet uygulatmaya kalkıp dava ve kavga meselesi yapmasınlar. Yani ben kendi rızamla doktorumun ellerine teslim oluyorum, sorumluluk tamamen bendedir.
Bilindiği gibi bu uygulama, tehlikeli ameliyatlar için bugün de geçerlidir. Osmanlılar ‘rıza senedi’ diyorlardı buna. Bu senetlerden o kadar çok örnek var ki saymakla bitmez. Biter de yerimiz izin vermez. (Merak edenler, yakınlarda Biofarma Şirketi tarafından büyük bir özenle bastırılan “Osmanlılarda Sağlık” adlı 2 cilt halinde bastırılan muhteşem kitaba başvurabilirler. Kitabı yayına sevgili dostum Coşkun Yılmaz ve Necdet Yılmaz hazırlamış. İçerisinde onlarca akademisyenin katkıları yanında, Saliha Hatun’unkiler de dahil olmak üzere Osmanlı sağlık hayatıyla ilgili 800 belge de yer alıyor.)
Saliha Hatun gibi niceleri var ki, yaşamamış hükmündedir gözümüzde. Osmanlı kadınlarına yeniden nefes aldıracak ve asırlık yanılgılarımızı silip süpürecek belgeler arşivlerde, bizi bekliyor. Şimdilik konuşabiliriz. Onlar konuşmaya başlayınca biz susacağız nasıl olsa!

Bir yanıt yazın