Kır zincirlerini Osmanlı!
Kendi tarihinden utanıp sıkılan ve onu bir hayal perdesinde, çarpık çurpuk resimlerinden izlemeyi tercih eden aydınların yaşadığı bir ülkede bu sözü söylemek dahi “hamaset yapmak” sayılıyor ama olsun.
Hamaset yapılacaksa yapılır, o ayrı. Utanılacak bir tarih varsa bile arkamızda, utanılmayacak bir tarih yapmak uğruna onun da karanlıklardan aydınlığa çekilip getirilmesi gerekmez mi? Osmanlı da zincirleri içerisinde, konuşmaya çalışıyor bizimle. Mühürlerini sökecek, zincirlerini çözecek birilerini bekliyor. İşaretler hep aynı şeyi gösteriyor. Osmanlı
gerçeği, heceleniyor.
Ne zamandır dilimin ucuna gelip duruyor, hep hafızamın karanlık mahzenlerine kilitliyordum onu. ‘Sus’ diyordum, ‘otur’ diyordum, ‘dur’ diyordum. Bıkıp usanmadan kalemimin ucuna gelip sırnaşıyor, gözlerini kısarak bana bakıyordu. ‘Tam bu’, demek istiyordu, ‘söylemek isteyip de söyleyemediğin ne varsa, bu sözde gizli’: Kır zincirlerini Osmanlı! Kendi tarihinden utanıp sıkılan ve onu bir hayal perdesinde, çarpık çurpuk resimlerinden izlemeyi tercih eden aydınların yaşadığı bir ülkede bu sözü söylemek dahi “hamaset yapmak” sayılıyor ama olsun.
Hamaset yapılacaksa yapılır, o ayrı. Utanılacak bir tarih varsa bile arkamızda, utanılmayacak bir tarih yapmak uğruna onun da karanlıklardan aydınlığa çekilip getirilmesi gerekmez miydi? Hem sonra hangi milletin tarihi sütten çıkmış ak kaşıktı ki? O anlı şanlı Aydınlanma düşünürü Montesquieu değil miydi zencilere, “Bu yaratıkların insan olduklarını varsaymamız imkânsızdır” diyen? O matematik dehası filozof Leibniz değil miydi “Şu Türklerin kafası var mı acaba?” sorusunun çengelini Avrupa’nın ufuklarına asan? Hindistan’da keyif için insan avlayanlar, Cezayir’de Sartre’ı isyan ettiren “kasaplar”, Amerika’nın nüfusunu 30’da 1’e indirenler kimlerdi acaba?
Emperyalizmin zirveye tırmandığı 19. yüzyılda hangi devlet direnebilmişti Düvel-i Muazzama’ya? Hindistan’dan Avustralya’ya, Amerika’dan Orta ve Güney Afrika’ya, Sibirya’dan Çin’e kadar işgal edilmedik delik bırakmayan Avrupalı emperyalistler, üstelik kendi kıtalarında, Avrupa topraklarının beşte birinde kök salmış olan bir gücü, Osmanlı’yı söküp atmakta acze düşüyorlardı. İşin garibi şuydu ki, dünyayı fethe çıkmış bir kıtanın sahipleri, kendi evinde Doğulu kom şusundan sürekli dayak yiyordu.
Kurtlara karşı kurtlaşmardan mücadele
Başta harikalar yaratarak uçan albatros, sonunda kanatlarını yere indirmiş ve akbabalar tarafından parçalanmıştır. Hikâyemiz böyle anlatıldı bize başkaları tarafından. Bir yükseliş ve bir çöküş. Ya sonra? Bu ‘çöküş’ senaryosunun bizi yerimize mıhlamaya ve ‘çakıldığın noktada dur’ ihtarına muhatap etmeye yönelik bir kurgu olduğunu neden düşünmüyoruz hiç? Denilecek ki, ‘Zaten Osmanlı çökmedi mi?’ Her siyasî organizasyonun bir ömrü olduğu gibi Osmanlı’nın da bir ömrü vardı elbette. Ve onun ‘organizasyonu’ çöktü sadece. Geride bıraktığı tarih, kültür, medeniyet ve siyasî birikim, hele hele Batı emperyalizmine direniş ruhu, en büyük miraslarımız oldu. (Kurtuluş Savaşı’nı Çanakkale’nin ruhuyla yapmadık mı?) Osmanlı’dan başka, Avrupalı güçlere direnmeyi başarmış, meydan okumalarına cevaplar geliştirmiş ve bundan da fazlası, Avrupalılar gibi olmadan, kurtlaşmadan kurtlarla mücadele etmenin yöntemini bulmaya çalışarak bu direnişi gerçekleştiren bir başka devlet çıkmamıştı. Kurtlaşmayı kabul etse, Petro sonrası Rusya gibi, sömürmeyi ve insanın değerini hiçe saymayı başarsa, yani Aydınlanmış olsaydı, belki bu kargaşadan daha kolay paçayı sıyırabilir ve gemisini bir süre daha yüzdürebilirdi. Ama nereye kadar?
Oysa Yunanlı yazar Dimitri Kitsikis, “Türk-Yunan İmparatorluğu” adlı kitabında gerçeği bütün dobralığıyla haykırıyor yüzümüze: “Osmanlı İmparatorluğu… Yunanlılar için “400 yıllık bir kölelik” dönemi değil, tam tersine, Yunan kültürünün kesin surette katkıda bulunduğu ve Yunanlıların övünç duymaları gereken, evrensel tarihin görkemli bir eseri”dir. Osmanlıların Yunanlıları ezdiği ve sömürdüğü iddialarını Yunan tarihindeki bir “kara leke” olarak nitelendiren Kitsikis, özet olarak şunu söylemektedir: ‘Eğer Osmanlılar gelip de bu bölgeyi hakimiyetine almasaydı, ne Yunanlı kalırdı, ne Yunanca ve ne de Yunan kültürü.’ Kitsikis’in bu iddiası şaşırtıcı mı gerçekten de? Sanmıyorum. Çünkü 1921’de Londra’da basılmış bir risalede, Yunanistan’daki Millî Üniversite’de hocalık yapan yazar William Miller, 18. yüzyılda Atinalıların sevecenlikle yönetildiğini, çok az vergi verdiklerini ve mahallî olarak özerk olduklarını yazıyordu. Keza Macarlarda Osmanlı dönemini tarihlerinin bir parçası olarak kabul etme yönünde bir uyanış geç de olsa başlamış durumda. Hatırlarsanız, geçenlerde bir Filistinli yetkilinin, Osmanlı’yı arkadan vurmakla ne büyük hata ettiklerini ancak şimdi anladıklarını itiraf eden bir demeci çıktı gazetelerde.
Tarihimiz yedi mühürlü bir kitap
Osmanlı Devleti zamanında unutulmuş tek bir dil yok; bir tek etnik ve dinî gruba “ayrımcı” muamelede bulunduğu iddia edilemiyor. Hatta eğer bugün Ortadoğu, Anadolu ve Balkanlarda bu etnik çeşitlilik ve millî kültürler yaşıyorsa, varlıklarını büyük ölçüde Osmanlı idaresinde geçirdikleri mutlu devirlere borçlular. Biraz Macar ve Çek tarihi okuyan anlar ne demek istediğimi. Osmanlı Devleti, bu coğrafyadaki halkları, başlangıçta Haçlı seferlerinin, sonunda da emperyalizmin darbesinden koruyan bir kalkan, bir şemsiye olmuş ve hiçbir zaman da emperyalizmle mücadelesine nokta koymayı düşünmemişti. Yine pek az bilinen bir hususu zikretmekte fayda var: Osmanlı Devleti, 19. yüzyılın ikinci yarısında Basra Körfezi civarını İngiliz nüfuzuna kapatmak için askerî seferler düzenlemişti. O sözüm ona ‘çökmüş’ halleriyle Kuveyt’in 1869’da, 1871’de Katar’ın, aynı yıllarda Yemen’in ve Suudi Arabistan’ın fethini gerçekleştirmişti Osmanlı birlikleri. İngilizler bundan rahatsız olmuştur olmasına ama ortada ‘Osmanlı’ gücü vardır ve bu güç, bölgeyi, ancak bir Avrupa kıyameti sonrasında, I. Dünya Savaşı’yla terk edecektir.
“Faust”da şöyle bir cümle vardır: “Dostum, geçmiş zaman bizim için yedi mühürlü bir kitaptır.” Osmanlı da zincirleri içerisinde, konuşmaya çalışıyor bizimle. Mühürlerini sökecek, zincirlerini çözecek birilerini bekliyor. Kitsikis bunlardan biriydi; F. Anscombe Basra Körfezi yerine ‘Osmanlı Körfezi’ denilmesini teklif ediyor kitabında. Daniel Goffman ise Batı-merkezli bir bakış yerine Osmanlı-merkezli bir bakışın gerektiğini söylüyor. İşaretler hep aynı şeyi gösteriyor. Osmanlı gerçeği, heceleniyor.
Artık dilimin ucuna gelip duran sözü azad ediyorum: Kır zincirlerini Osmanlı!
Do you want Search?
Random Post
Search
previous