Köşe yazarlığı

Köşe yazarlığı
Acaba diğer köşe yazarları da benim gibi yaptığı işi beynine batan bir kıymık gibi dert ediniyor mudur?

Neden sürekli olarak yazıyoruz? Neden her Allah’ın günü okuyucunun karşısına çıkıp en el değmemiş fikirlerimizi en tafralı bir tavırla yüzlerine haykırmak zorunda hissediyoruz kendimizi? Çetin Altan’ın deyişiyle siyasetten depreme, sosyolojiden aşka, hukuktan tarihe kadar çuvallar dolusu yazıyı geride bırakan bizimki gibi bir aydın türü, dünyanın neresinde görülmüş bir acayip mahluktur dersiniz?

Orhan Pamuk Kara Kitap’ta bir köşe yazarının her yazdığını kendisi için yazılmış kabul eden kadın okuyucudan bahsederken bir yerde kara mizahını yapıyordu köşe yazarlığının ve onların “sevgili” okuyucularının.

Benim Adım Kırmızı’da ise daha bir temeline iniyor meselenin Pamuk ve köşe yazarlığını geleneksel hayatımızın başlıca haber ve yorum kaynaklarından meddahlığa benzetiyor. Meddahın kahvehanede anlattıkları ile bugünün köşe yazarlığı arasında kurduğu bu çarpıcı ve diabolik bağlantı, doğrusu nefsime dokunan tarafları olmasına rağmen hoşuma gitti kültürel ortamımızı anlamak bakımından.

Gerçekten de ister Arap ülkelerine, ister İran’a, ister Japonya’ya, isterseniz Avrupa ve Amerika’ya uzanın ve bakın gazetelere bizdeki gibi gazete köşesine kurum kurum kurulmuş köşe yazarları var mı diye. Nafile aramayın, bulamayacaksınız.

Batı’da köşe yazarı (columnist) denilen taife, haftanın en fazla bir iki günü yazar ve yazdığı da adamakıllı makaledir. Gazetelerin elbette bir başyazarı vardır. Ancak columnist, Türkçesiyle söyleyecek olursak “sütun sahibi”, bir konunun uzmanıdır. Gerektiğinde, söz sırası kendisine geldiğinde yazar ve yazdığında da taşı gediğine oturtur, konuya bakışları geriye dönülemeyecek bir şekilde etkiler, sözü de ciddiye alınır!

Bizdeki gibi her sayfada birkaç tane “köşe yazarı”nın fütursuzca ahkam kestiği görülmüş şey değil dünyada.

Eskiden de vardı tabii köşe yazarları. Ama azdı ve nadirdi.

Mesela köşe yazarı denilince bir Refii Cevat Ulunay gelirdi akla, bir Peyami Safa gelirdi, bir Burhan Felek gelirdi.

Bunlar tatlı üslupları ile en derin siyasi ve sosyal konuları halkın anlayacağı şekilde yoğurur, öyle koyarlardı okuyucularının önüne. Fıkralarla, anekdotlarla süslerlerdi yazılarını. Okuyucu da tıpkı meddahların söz arasında birçok derin konuyu çaktırmadan karşısındaki beyinlere sızdırmasında olduğu gibi “eğlenirken öğrenirdi” (bu sözün Namık Kemal’e ait olduğunu bilmem hatırlatmama gerek var mı?). Hasılı, halkın en önemli yorum kaynaklarıydı onlar.

Son yıllarda gazetelerde boy gösteren köşe yazarları arasında ise böyleleri çok çok az. O neslin suyunun suyu olarak belki bir Hasan Pulur’u zikredebilirim, o kadar. Yerlerine halef bırakmadan çekilip gittiler aramızdan.

Şimdi jübilesini yapmış futbolcular, şöhreti biraz uful etmiş şarkıcılar, emekli bürokratlar, büyükelçiler, eski ve yeni milletvekilleri, hatta görevi başındaki bakanlar, profesörler, ilahiyatçılar, profesyonel yazarlar, şairler, televizyon sunucuları, paparazziciler, medyumlar, hatta mankenler, gurmeler, ahçılar, modacılar, kuaförler, stilistler, velhasıl toplumun hemen her kesiminden eli kalem tutanlar artık köşe yazarlığı yapıyor gazetelerde ve onların rengarenk ilavelerinde.

Kendim de bunlardan birisi olduğum için rahatça yazabiliyorum meslektaşlarımın geldiği kesimleri.

Öyle ya, ben de gazeteci değilim ve gazeteciliğin mutfağında yetişmedim, üstelik bazan yazdığım yazıların hiç de köşe yazısı kıvamında olmadığının pekala bilincindeyim. Kalemimin popüler, herkesin anlayacağı türden yazılardan çok dar bir okuyucu kesimine hitap etmeye meyyal oluşundan hoşlanıyorum açıkçası. Çünkü bana göre asıl kalıcı olanlar, bu tür okuyucuyu “besleyen” yazılar…

Fakat neticede bir gazetede yazıyorum, yazdığım yazı dar bir muhitteki birkaç bin okuyucunun eline geçmiyor. Onu yüz binlerce insan okuyabilir! Hazır eline gazeteyi almışken bu insanlara da hitap etmek zevkinden kendini nasıl alıkoyabilir yazar?

İşte yazarı “iğva”ya düşüren yakıcı ve kandırıcı soru!

Artık “yüz binlerin yazarı” olmak bir fikri sabit haline gelir onda ve sonuçta “herkesin” yazarı olmanın dayanılmaz cazibesine kapılıverir.

Herkesin yazarı olmakla dar bir kesimin yazarı olmak arasında zorlu bir seçim beklemektedir yazarı.

Ben en azından asıl mesleği yazmak olan köşe yazarlarının bu yakıcı soruyla yüzleşmek ve cevabını vermek zorunda olduklarını düşünüyorum.

Bir yanıt yazın