Lamartine’i neden severiz?

Lamartine’i neden severiz?

Ünlü Fransız şair Alphonse de Lamartine kendi ülkesini bırakıp 1850 yılında geldiği Türkiye topraklarında uzun süre ikamet etti, hatta çiftlik bile kurdu. Sultan Abdülmecid şaire Aydın civarlarında bir çiftlik bağışladı. Peki ama neden?

BURGENDİLİ bir toprak sahibinin oğlu olarak dünyaya gelen Alphonse de Lamartine (1790-1869) hakkında bilgi edinmek üzere göz attığım AnaBritannica’da nedense hazretin 1850 yılında Türkiye’ye kadar teşrif buyurduğu, bir süre topraklarımızda ikamet ettiği ve dahi yerleşip çiftlik işletmek için Sultan’a mektup yazıp izin istediği hususu zikre şayan bulunmamış. Ne diyelim: ‘Britannica ansiklopediciliği adına üzücü bir eksi not tabii.’

O zaman sorma hakkımızı kullanalım: ‘Tercüme ansiklopedilerin maskaralığından ne zaman kurtulacağız?’ Merak ediyorum. Ediyoruz…

Bakın Katolik Ansiklopedisine (Catholic Encyclopaedia); Lamartine’in şiiri, sanatı, şusu busu iyi güzel de, adamların derdi günü nedir bilir misiniz: Katolik olarak terk-i dünya edip etmediği… Üstadın annesinden ‘kuvvetli bir din terbiyesi aldığını’ da aynı kaynaktan öğrenebiliyoruz. Ansiklopedilerin bir derdi olmaz da neyi olur a dostlar?

KİM BU ADAM?

Kuşkusuz Lamartine Fransız edebiyatında Göl şairi ve İtalya’da bir balıkçı kızına duyduğu aşkı dile getirdiği Graziella adlı romanın yazarı olarak şöhret yapmıştır. Füsunkar şiirleri ve hazin aşkları kadar gezileriyle de ünlüdür ya, bizde Histoire de la Turquieu’süyle, yani dilimize Osmanlı Tarihi diye birkaç kere çevrilen ve kendisine ciddi manada para kazandıran hacimli, çok ciltli tarih eseriyle tanınır daha çok.

Romantiktir ve Gerard de Nerval, Theophile Gautier gibi romantik cereyana kapılan çağdaşları kadar Doğu’nun büyüleyici güzelliklerine içten vurgundur.

Yazdıklarına bakınca bir süre kaldığı, hatta padişahın misafiri olmanın ayrıcalığıyla evlerin çatılarına çıkıp şehrin ölümsüz manzaralarını sindire sindire seyrettiği İstanbul’u derinden sevdiğine hakikaten inanabiliriz. Hatta ona samimi olarak aşık olduğuna da. Mesela 20 Mayıs 1833 günü İstanbul’u ilk görüşünde defterine yazdığı, ‘Tanrı ve insan, tabiat ve sanat burada, insan gözünün yeryüzünde görebileceği en harika görünüşünü beraberce oturtmuş ve yaratmışlardır’ cümlesi, onun kelimeleri bir yakut gibi yontan mahir kaleminden damlamıştır. Ya da satırlarından yükselen şu mahmur kalem cıvıltılarına ne dersiniz: ‘Kumru ve beyaz güvercin sürüleri bahçeler ve damlar üstünden, mavi hava içinde uçuşarak, ufku kapatan denizin mavi fonu üstünde, rüzgár altında sallanan beyaz çiçeklere benzerler.’

BÜYÜK VE İNSAFLI ŞAİR

Gelin görün ki, üstadın yazıları hiç de dikensiz gül bahçesi değildir. Bu nazenin şair, Promenade du Bosphore’unda İstanbul halkına güpegündüz fanatik demeyi de ihmal etmemiştir.

Bütün insaflı, hatta lehimize verdiği hükümlerine ve bir inci kolyeyi koparıp káğıda döktüğünü zannettiren muvaffak olmuş İstanbul güzellemelerine rağmen Lamartine’in bize bakışı, ihtilal-i kebirin sarsıntılarından bunalmış Fransız aristokrasisinin iç alemini rahatlatıp dinlendirecek, şerrinden emin olunan bir eski zaman nedimesine hıçkırıklı bakışını andırır.

Ciddiye alınacak bir tarihçiliği de yoktur, böyle bir iddiası da. Zaten tarihe, ömrünün son demlerinde girdiği borç batağından kurtulabilmek ve karnını doyurabilmek için yazdığı kitaplarla bulaşmıştır. Osmanlı Tarihi, yazarının bütün iyi niyetine rağmen fahiş hatalarla ve bir tarihçinin yapmaması gereken, ancak bir şaire yakışabilecek açık falsolarla doludur.

Buna rağmen iyi niyetlidir. Galiba biz de bu iyi niyetin hatırına ve o dönemde bizi dışarıda savunacak adam kıtlığı çekildiği için hatalarına göz yummuşuz. Üstelik Sultan Abdülmecid eliyle kendisine cemile olarak Aydın civarında bir çiftlik bağışlama civanmertliğini göstermişiz. Hatta Said Nursi gibi bir din adamı bile onun eserini okumuş ve ’Büyük ve insaflı Fransız şairi’ diyerek adını anmak ihtiyacını hissetmiştir.

Kendi vatanı olan Fransa’da milletvekili ve geçici hükümet başkanlığından sonra uğradığı hakaretler ve atalarından kalma emlakine zorbaca el konulması gibi hoyratlıklar karşısında gelen bu Şark cömertliği, hisli şairin yüzünü son bir kez güldürmüş olmalıdır.

Ya da şöyle diyelim isterseniz… Şairin Göl şiirinde zaman adlı denizde demirlemek istediği o bir an, Cenevre’deki Leman Gölü’nün kapalı dünyası içinde değil de, Boğaz’ın hür kıyılarında önüne açılmıştır. Şu satırlar onundur: ‘Şarklılar tabiat güzelliğini bizden daha derin duyarlar. Ağaca, akarsuya, pınara bu kadar içten sevgiyi, hayranlığı başka hiçbir yerde görmedim. Buradaki insanların ruhları ile toprağın, denizin ve gökyüzünün güzellikleri arasında derin bir yakınlık, bir anlaşma sezilir.’ Bu cümleler bugünkü piknik manzaralarımızı özetlemiyor mu?

Öyleyse yine soralım: Lamartine’i neden severiz? Bizi anlattığı için mi?

Not: Lamartine’in maceralarla dolu hayatı ve İstanbul hakkında yazdıkları şu kitapta derlenmiş bulunuyor: Alphonse de Lamartine ve İstanbul Yazıları, İstanbul 1971, İstanbul Kitaplığı (Önsöz ve hayat hikâyesi: Çelik Gülersoy, Çeviri: Nurullah Berk).

Bir yanıt yazın