Mustafa Armağan 5816 sayılı kanun ve Ayasofya’nın halihazırdaki durumunu Baran Dergisi okurları için değerlendirdi.
Birçok kesimin sürekli olarak “fikir özgürlüğü” çığırtkanlığı yaptığı bir ortamda, konu M. Kemal olunca, kimsenin aklına 5816 sayılı kanunun gelmemesi, samimiyetle tezat teşkil etmiyor mu sizce?
5816 meselesi Türkiye’de bir samimiyet testi, bir turnusol kâğıdı. Ezan ve Kur’an öğretimi hususlarında halka özgürlük getirmiş olan DP iktidarının, bilhassa Adnan Menderes ve Celâl Bayar’ın en vahim hatalarından biri. Lakin aynı hatanın 70 yıl sonra dahi sürdürülmesi daha vahim bir hatadır. Dediğiniz gibi “fikir özgürlüğü yok” diye ortalığı ayağa kaldıranlar bu fikri bukağılayan kanunun kalkmaması için, Menderes’i günahları kadar sevmeyenler onun bu hatasının devamı için cansiperane çalışıyorlar. Geçenlerde bir dostum anlattı: Hasan Tahsin ile alakalı bir kitap yazmış bir yazar ve kitabında benim de bazı araştırmalarımdan bahsetmiş. Lakin yayıncı, ancak benden bahsedilen yerleri çıkarması halinde neşredebileceğini söylemiş kitabı. Düşünün, bunlar fikir hürriyeti havarisi olarak dolaşıyorlar etrafta. Hâlbuki kafalarında en büyük fikir hapishanesini taşıyorlar. Ellerinden gelse bizi bir kaşık suda boğacaklar…
5816 sayılı kanundan devam edecek olursak. Bu kanun eğer ki kaldırılacak olursa, hangi gerçeklerin su üstüne çıkmasından korkulmaktadır ki, adeta tabulaştırılmaya, mutlaklaştırılmaya çalışılmaktadır?
En başta Latife Hanım’ın evrakından korkuluyor. Biliyorsunuz Türk Tarih Kurumu’nda kilit altında tutuluyor. Aile açılmasını istemiyor deniliyor ama işin aslı öyle değil. Benim kanaatime göre ailenin üzerinde ağır bir baskı var. Onlar da bu baskıya boyun eğiyorlar. Mecburlar rahat nefes alabilmek için. Yoksa dünyayı dar ederler. Bu meseleler böyle gidiyor. Ciddiyetle M. Kemal ve çevresi hakkında konuşanları bir çember içine alıp kuşatıyor ve zamanla çemberi daraltıyorlar. Damgalıyorlar. Mesela 2012’de Özdemir İnce’yle bir Kâzım Karabekir polemiğimiz olmuştu, köşesinde kendisine gelen bir mektubu yayınladı. Mektupta diyor ki: Biz 28 Şubat döneminde Karabekir ailesini rehabilitasyona aldık, bakın sizin babanız Karabekir Paşa, M. Kemal zamanında sıkıntılar çekti, biliyoruz, bunları yazdı da, siz de bunları anlatıyorsunuz sağda solda; ama siz anlatınca M. Kemal karşıtlarının eline malzeme ve koz vermiş oluyorsunuz. Bundan vazgeçin, M. Kemal ile babanızın arasında geçenleri unutup ona destek verdiğini ve emrine girdiğini anlatın. Aynen bu mektubu yayınladı ve ekledi: Karabekir ailesi rehabilite edildi.
Bunlar baskı kurarak halkın tamamını (bu arada bizim gibileri de) M. Kemal hususunda rehabilite etmeye, olmazsa susturmaya çalışıyorlar; ama bunu CHP / 28 Şubat ekibi zamanında değil, muhafazakâr bir iktidar zamanında dahi yapabiliyorlar. Hâlbuki bu noktada bazı müspet adımlar atılmış, hatta Kemal Kılıçdaroğlu 2014 yılında basına da yansıyan bir konuşmasında “Atatürk’ün kanunla korunması doğru değil, gelin bu kanunu kaldıralım.” demişti; ama nedense o sırada AK Parti can derdine düştüğü için bu sürpriz çıkışı değerlendirmemişti. Hâlbuki son münasip fırsatlardan biriydi.
Tarih tartışılmazsa gelişmez, farklı fikir ve görüşler onun şeffaf yüzeyine yansımazsa pıhtılaşır ve çürür, fosilleşir zamanla. Yeni bilgiler, yeni bakış açıları devreye girmelidir, rahatsız edici olsa da. Nitekim 1960’larda 1961 Anayasasının sağladığı nisbî özgürlük ortamı sayesinde Sabahattin Selek ve Doğan Avcıoğlu’nun Millî Mücadele ve inkılaplar hakkındaki itiraz ve çıkışları yeni alanlar açmıştı bütün kesimlere. Öte yandan Necip Fazıl ve Kadir Mısıroğlu 1960’lar ve 70’lerde vermişti en mühim tarih eserlerini. Sabahattin Selek İnönü savaşlarının gerçekte kaybedildiğini, Avcıoğlu Kemalizm’in “gardrop ve büst Atatürkçülüğüne” indirgendiğini yazıyor, öte yandan Necip Fazıl Menemen’in iç yüzünü, Şeyh Said’i, Sultan Vahidüddin’i ve en mühimi Sultan Abdülhamid’i yıldızlaştırıyor, Kadir Mısıroğlu ise Lozan’ın bir “hezimet” olduğunu delillendiriyordu. Lakin sol / sosyalist kesime mensup iseniz size bir iki fiske atıp geçerler; ama aynı şeyleri bir İslâm davası sahibi yazdığında linç kampanyalarının biri biter, öbürü başlar. Nitekim Üstad da 5816’dan iki yıl hapis cezası ile ahirete irtihal etmemiş miydi? Bugün bazı sözde muhafazakârların 5816 sayılı kanunun kaldırılmasına karşı çıkanlara karşı çıkmaları üzerine ben de şöyle diyorum: Değil mi ki Üstad’ı mezara hapis borcuyla gönderen bu kanunu savundunuz, bir daha Necip Fazıl’ın adını ağzınıza almayın. Onun şiirlerini de okumaya hakkınız yok! Hem şiirlerini okuyup ortalıkta kurumla gezinin, hem de o şiirleri yazan büyük insanı mahkûm eden kanunu savunun. Yenilecek herze değil bu.
Bu ülkede 2002’den beri İslâmî hassasiyetleri paylaşan bir iktidar olmasına rağmen, Ayasofya’nın hâlen Müslümanlara kapalı tutulmasını neye bağlıyorsunuz?
Ayasofya basit bir mesele değil, basit olmadığı için de 1960’ların ortasından beri yani yaklaşık 55 yıldır tartışıldığı halde açılamadı bir türlü. Çünkü işin içerisinde ABD var, AB var, Rusya var ve onların içerideki uzantıları var. Düvel-i Muazzama’nın hepsini birden karşımıza almak kolay değil. Zaten kolay olsaydı Cumhurbaşkanı Erdoğan bunu çoktan açardı. (Geçtiğimiz Mart ayında “cami statüsü”ne geçireceklerini söyleyebilmişti yalnız.) Bu meselelerin dış boyutunu gözden uzak tutamayız. 2017 yılında çıkan “Ayasofya Entrikaları” adlı kitabımda bunları ele aldım, bana karşı birkaç ay sonra organize bir külli linç harekâtı başlatıldı ve hayatımda yolum ilk defa adliyelere düştü. Lakin kitabımda işte o tehlikeli halkayı yakalamıştım: ABD hükümeti ile M. Kemal’in Ayasofya’nın kapatılması hususunda anlaştıklarını. Bu bağın teşhir edilmesini istemiyorlardı; ama ettim. Dürüstçe hakikati ortaya koydum. Aksi halde ABD Dışişleri Bakanlığı sözcülerinin, ne zaman Türkiye’den bir ses Ayasofya’nın cami olması gerektiğini dillendirse ve gündem olsa “Türk hükümetini geleneklerine saygılı olmaya” davet etmesinin altında nelerin yattığını anlayamayız.
Şunu da söyleyeyim ki, “Ayasofya Entrikaları” adlı kitabım neşredildiğinde Atina basınında manşetlere çıkmış. Beni bir Yunan televizyonundan arayıp görüşmek istediler; ama hiçbir sözüm ona “Türk” kanalı iltifat etmedi söylediklerime. Bunlar da Ayasofya meselesinin giriftliği hakkında yeterince fikir vermiş olmalıdır.
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın yıllık olarak yayınladığı Dinî Özgürlükler raporunda sürekli Ayasofya ile alâkalı ayrı bir başlığın olması bu bağlamda değerlendirilmeli o halde?
Yukarıda da dediğim gibi Ayasofya sadece bir iç dava değildir. Uluslararası bir davadır, bunu bilerek hareket etmeliyiz. Lakin yanlış anlaşılmak da istemem: Bu dış / uluslararası baskılar olsa bile Ayasofya benim nazarımda Fatih Sultan Mehmed’in davasıdır ve behemahal açılmalıdır. Bağımsız bir devlet olduğumuzu söylüyoruz. Lakin “Ayasofya’yı cami yapamama aczi karşısında acaba yeterince bağımsız değil miyiz?” sorusu akla geliyor hemen. Medeni Kanuna, Anayasaya, Vakıf Hukukuna vs. göre Ayasofya Camii’nin cami olmaktan başka şansı yoktur ve nitekim 1966 yılında Diyanet İşleri Başkanlığı da “Ayasofya camidir.” kararını vermiştir. Başka türlü de bir karar veremezdi. Ayasofya camidir ve cami kalacaktır.
Şimdi yapılacak işlem basittir: Bu hususta hep önümüze sürülen 1934 tarihli Bakanlar Kurulu kararı, tabii eğer gerçekten varsa, bir Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile iptal edilir, eğer bu kararname sahte ise –ki ben bu kanaatteyim- bir mahkeme buna karar vererek Ayasofya’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan alınarak Diyanet’e devri gerçekleşir. Zaten hukuken şu anda Kültür ve Turizm Bakanlığı Ayasofya’da “işgalci” konumundadır. Zira Ebulfeth Sultan Mehmed Vakfı ve onun haklarının koruyucusu Vakıflar Genel Müdürlüğü ile bir kiracı kontratı bile bulunmamaktadır, düşünün… Bundan sonrası Üstad’ın Ayasofya hitabesinde söyledikleridir.
Mustafa Armağan: Kültür ve Turizm Bakanlığı Ayasofya’da “İşgalci” Konumundadır Baran Dergisi 656. Sayı