Lekeli bilgi
Batı zihniyetinde Doğu’nun yeniden kurgulanışı, gelenek ve modernlik tartışmalarında da kendisini ele vermektedir. Dünya üzerinde birçok sosyal bilimci için gelenek, neredeyse mutlak bir biçimde Doğu ile özdeştir. Ama Doğu’ya verilen bu geleneğin sahipliği payesi, gerçekte onun modernliğin karşısına bir ayna olarak yerleştirilmesi amacına matuf olup ideolojik dışlama tavrının parçasıdır.
Onu ilerlemenin daha geri basamaklarına yerleştirme yönündeki bu yoğun gayreti, Montesquieu’yü müteakiben başta Tönnies ve Durkheim olmak üzere pek çok toplum tipolojilerinde görmek mümkün olmaktadır. Habermas’ın da bir yerde belirttiği gibi geleneksel toplumların “mantıkları biçimi bozulmuş bir iletişimin gramerine ve bölünmüş semboller ile bastırılmış güdülerin yazgısal nedenselliğine göre” ölçülmekte, meşru toplum ve yönetim biçimlerini belirlemede nihai sınır hep modernliğin kendini meşrulaştırma takıntısını, bir şekilde yansıtmaktadır.
Oysa ne tek tip bir uygarlık çizgisinden söz edilebilir, ne de ilkel, geleneksel ve modern diye kaba çizgilerle belirlenen ama oldukça yaygın bir taban bulmuş olan evrimci toplumsal gelişme tipolojilerinin evrenselliğinden. Burada postmodern söylemlerin çoğulcu yaklaşımlarına işaret etmek gerekir, ancak daha 1920’li yılların sonlarına doğru yazdığı Doğu ve Batı adlı kitapta Rene Guenon, medeniyeti Batı-eksenli değerlendiren tezlere şu eleştirileri yöneltiyordu:
“Batılılar, sadece tek tip bir insanlık düşüncesinde ısrar ettikçe ve gelişme dereceleri muhtelif tek bir “medeniyet” olduğunu varsaydıkça bir uzlaşmaya varılamaz. Hakikat ise birbirinden çok farklı yönlerde gelişen sayısız medeniyetler olduğu ve modern Batı medeniyetinin bu medeniyeti benzersiz bir istisna yapan hususiyetler gösterdiğidir. Hiçbir medeniyet diğerlerinden her bakımdan üstün olmaz çünkü insanoğlunun her alanda, aynı anda ve aynı şekilde faaliyet göstermesine imkan yoktur, çünkü birbirleriyle hakikaten bağdaşmaz gözüken gelişmeler vardır.”
Peki medeniyet tarihini, adım adım Batı medeniyetine götüren bir dizi aşamayı esas alarak okuma alışkanlığı, bu türden bir tek eksenli okuma yerine tam da insanlık tarihindeki diğer kültürlere en fazla açılmış ve ilgi duymuş bulunan modern Batı kültüründe bir çoğulculuk ve görecelik kazandırabilirken ve erken örnekler olarak Montaigne ve Voltaire gibi bazı aydınlanma dönemi filozoflarında ve Goethe’de ağırlıklı olarak görebileceğimiz Batı medeniyetinin kendi bilincine varmasında bu farklı kültürlere duyulan ilgi ve bilgilerden yararlanılabilirken, tarihi vakıa niçin tersine gelişti? Böyle bir fırsat Batı’nın eline geçmişken onu kendisini bilgece bir anlama yolunda kullanmak yerine iyiden iyiye tekelci ve mütehakkim, giderek sömürgen bir siyasetin meşrulaştırma zemini, kendisini onlardan biri değil de onlardan üstün olarak görme tavrına hangi etkenler yol açmıştı? Bunları tartışmanın yeri burası değil. Ancak başka bir yerde etraflı olarak izah ettiğim gibi modernliğin ruhunda, iddia ettiğinin aksine Ortaçağların ‘biçimsel etnik’inden devralınan çok sayıda unsur nedeniyle bu açılım yüzyılımızın ortalarına kadar (başka deyişle postmodern eğilimlerin sökün edişine kadar) Batı kültürünün ana-damarı üzerinde etkin olamamış ve çoğullaşmaya izin vermeyen dar bir çerçevenin içerisine hapsolmuştur. Rana Kabbani bu daraltılmış ve belli bir çerçeveye hapsolmuş bilgilerin “lekeli bilgi” olmaktan öteye gidemeyeceklerini vurgularken iddialıdır:
“Doğu hakkındaki Avrupalı gezi yazılarının çoğunluğunun güçlü bir taraf tutmanın ve uydurmaların etkisi altında kalmış olması, büyük bir talihsizlikti. Yazılar, hiç şüphesiz ki dünyaya ilişkin bilginin genişletilmesi amacını taşıyordu ama bu, yalnızca kolonyalist görüşlere hizmet eden lekelenmiş bir bilgi oldu. Hatta bugün bile koloni çağının bitmesine karşın bu lekeli bilgi, oldukça belirgin biçimlerde hâlâ bizimle birliktedir. Diğer halkları, ırkları ve dinleri anlatırken artık daha az önyargılı olmak bir zorunluluktu. Bunu yapabilmenin bir yolu da, miras aldığımız verileri.. sürekli sorgulamaktır. Farklılıklarımızı ortaya koyacak olan bu nosyonları sorgularken, belki de, giderek daha da karmaşıklaşan dünyamızda, sempati ve çaba ile, insan olarak ne denli benzerliklerimiz olduğu anlayışına ulaşabiliriz.”
Kendisi dışındaki dünya hakkında topladığı onca bilgiye karşın Batı, Sokrat’a rağmen (‘Kendini bil’) kendisini anlayamamak cezasıyla karşılaştı. Başkasını bilmenin kendini bilmeye yöneltmediği bir medeniyet de, ister istemez kendisini bilmeye yarayacak kurgular yaratacaktır ki, ‘Hayali Doğu’da bunlardan birisidir.
Doğu’yu doğru ve içtenlikle anlayabilmek Batı’nın da kendisini doğru tanımasının anahtarını taşımaktadır.
01 Nisan 1997, Salı