Lozan’da kaçırdığımız Kuzey Irak balıkları
Zamanında yeterince tartışamadık hiçbirini; Lozan’da Yunanlılardan almamız gereken savaş tazminatından neden vazgeçtiğimizi, Batı Trakya’yı, Batum’u, Oniki Ada’yı, Musul’u kaybedişimizi kastediyorum…
Bu yüzden hatıralarında durup durup “Misak-ı Millî yarım kalmıştır” diye içlenen Rauf Orbay’ın İsmet Paşa daha Lozan treninden inmeden Başbakanlıktan niçin çekildiğini ifade eden yakıcı sözlerini de anlayamadık bir türlü.
Rauf Bey’e göre Lozan’da verilen tavizlerin yalnız hesabını sormak için değil, telafi çarelerini aramak için de halka hakikatleri olduğu gibi söylemek civanmertliğine ihtiyacımız vardı. Nitekim Cumhuriyet döneminin ilk ciddi muhalefet partisi olan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın asıl kuruluş sebebi de bundan başkası değildi. Yani Lozan’ın bir yarım başarı, dolayısıyla başarısızlık belgesi olduğunu Kâzım Karabekir, Refet Bele, Ali Fuat Cebesoy ve Rauf Orbay gibi bizzat Milli Mücadele’nin şaibesiz kahramanları “itiraf” ederek orada halledilemeyen temel davalarımızın halli için çalışmayı amaçlamıştı bu parti. Kapatıldı. İyi mi oldu?
Soruyor “Hamidiye Kahramanı”. Cevap alabiliyor mu peki? Ondan emin değiliz. Kim bilir, belki de cevap Dağlıca’dan geliyordur…
Neyse, biz dönelim Lozan’a ve bugün bir sınır ötesi harekâtın etrafında kıyamet koparılan Kuzey Irak’ın bağlı bulunduğu Musul vilayetinin (Kerkük, Süleymaniye vs. dahildir bu vilayete) masa başında nasıl kaybedildiğini bir kere daha görelim.
İlk olarak Türk tarafı gerek Lozan’da, gerekse Ankara’da anlaşılmaz zikzaklar çizdiği için İngilizler telgraf hatlarına bile gerek duymadan Meclis zabıtlarına kulak kabartabiliyorlardı. Mesela Gazi Mustafa Kemal’in 1923 Şubat’ında açıklanması sakıncalı olmasına rağmen gizli oturumdaki konuşmasını gazetecilere ilanı ve bunların yayınlanması hangi anlama gelmektedir?
27 Şubat 1923 tarihli gizli oturumda Gazi Mustafa Kemal “Ordumuzun kuvveti [Musul’da] hangi kuvvetlerle karşılaşacaktır? Harp olursa safahatı ne olur? Çok rica ederim bunları burada mevzuu bahis ettirmeyiniz. Eğer bunlar açık olarak mevzuubahis olacak olursa ve bunlardan düşmanlar haberdar olursa belki sulh yapmak isterken aksi netice ile karşılaşabiliriz” demekteydi. Anlaşılıyor ki, ordumuzun durumu ve niyetleri hakkında gizli oturumda konuşmayı sakıncalı görmektedir. Ancak Lozan dönüşünde İsmet Paşa’yı da yanına aldığı Konya tren yolculuğunda gazetecilere şunları beyan etmekten çekinmemişti:
“…gizli celselerde bir takım beyanatta bulunanlar oldu, nihayet ben Meclise gittim; dedim ki: ‘Efendiler! Ne istiyorsunuz? Karaağaç, Musul vesaire için harp mi edelim? Millet harpten usanmıştır. Takati kalmamıştır. Harp edemeyiz. Milleti harbe sürüklemek için pek hayatî, son derece mühim mes’elelerin mevzubahs olması lazımdır.’..”
Acaba gizli celsede konuşulmasında sakınca görülen hususların gazetecilere açıklanmasının gayesi ne olabilirdi?
Diğer nokta, İngiliz heyetinin başındaki Lord Curzon’ın birisi 8 Aralık 1922’de, diğeri de 5 Ocak 1923’te, yani bir ay arayla gündeme getirdiği Kuzey Irak’tan toprak verilmesi teklifini elimizin tersiyle reddedişimizdir.
Önce İsmet Paşa’yla, sonra da Dr. Rıza Nur’la görüşen İngiliz heyetinin ikinci adamı William Tyrell’ın başı dönmüştü. Çünkü İsmet Paşa, Tyrell’a göre Musul’u değil, petrollerinden pay ve ekonomik yardım istemekteydi (oysa İsmet Paşa’ya göre bu teklifi yapan Tyrell’dı). Öte yandan Rıza Nur, Curzon’la yaptığı görüşmede, Türk tarafının Musul’a sahip olduktan sonra İngiltere’ye bütün istediklerini vereceklerini söylemiş ve açıkça taahhütte bulunmuştu.
Bu mantıksız bocalama karşısında kafası karışan İngiliz heyeti, bir uzlaşma formülü hazırlayıp Londra’nın onayına sundu. Buna göre Musul vilayetinin kuzey ve doğusundaki dağ sırasını izleyen ve Köysancak, Revandiz ve Süleymaniye’yi içeren Kürt bölgelerini Türkiye’ye bırakabileceklerdi. Bu durumda Türkiye’nin sınırı Kuzey Irak’taki İran sınırına biraz daha bitişmiş olacaktı. Zaten İngiltere buralara hakim değildi; kuzeyi Özdemir Bey’in, güneyi ise Şeyh Mahmud’un denetimindeydi.
İşte 8 Ocak’ta İsmet Paşa’ya bu teklif iletildi. İngilizler, bugün İran’ın operasyon gerçekleştirdiği bölgeyi Musul talebinden vazgeçmemiz karşılığında bize bırakacaklardı. Ne oldu dersiniz? Yarbay Tevfik Bey’in “Süleymaniye’den ne çıkar? Buralar dağlıktır. Musul olmayınca oralara gidilemez bile. Başa bela olur” şeklindeki izahıyla bu teklifi reddettik. Gariptir, hiç olmazsa sınırlarımızı Kerkük’ün burnunun dibine kadar uzatacak olan bu tavizi yetersiz görenler, birkaç yıl geçmeden Musul’un tamamından vazgeçmekte sakınca görmeyeceklerdi.
Haydi bunu kaçırdık, bari 5 Ocak 1923 teklifini değerlendirebilseydik! Ocak’ın 4’ünde önümüze altın bir fırsat çıkmıştı. İngilizlerin oyununa geldiklerini anlayan Fransızlar Lozan’ı terk edeceklerdi. Nitekim Başbakan Bonar Law’un ülkesine dönmesi, o soğukkanlılığıyla meşhur Lord Curzon’ı telaşlandırmıştı. Bunun üzerine daha önce gündeme getirip de kabul ettiremediği teklifi yineleme kararı aldı. Tyrell’ı bir kere daha İsmet Paşa’ya yolladı. Teklifi, Paşa’nın deyişiyle, “Musul bizde kalsın ama Kürdistan arazisi sizin olsun”du. Bir de petrolden hisse vereceklerdi. Cevabımız, Musul’u almadan doğu ve güneydoğudan toprak istemediğimiz şeklinde oldu. Tyrell Musul’u veremeyeceklerini, İsmet Paşa da Musul’suz Kürdistan’ı alamayacaklarını söyledi. Tyrell kırgındı, Paşa şöyle diyordu: “Bizim için Musul bir vatan meselesi, onlar için ise petrol meselesiydi”.
Oysa Ocak 1926’ya geldiğimizde İsmet Paşa’nın İngiliz temsilcisi Lindsay’le yaptığı görüşmede Musul’u hiç söz konusu etmeyip tek dertlerinin Irak’taki Kürt varlığının Türkiye için bir tehdit olmaktan çıkartılması olduğunu söylemesi ‘vatan meselesi’nin bu üç yıl içinde ne büyük anlam kaymasına uğradığını gösteriyordu. m.armagan@zaman.com.tr
04 Kasım 2007, Pazar