Mekke’ye yürüyen sular

Mekke’ye yürüyen sular

Hurda, her tarafından uğultular gelen, kaportasında azman delikler olan bir köy minibüsünde tanışmıştık kendisiyle. Minibüsün ışıkları yanmadığı için birbirimizi ancak karşıdan gelen arabaların yüzümüzde çırpınan aydınlığında enstantaneler halinde seçebiliyorduk.

Zaten yüzyüze bakmaktan çok, lunaparlardaki ‘korku tüneli’ne giderek daha çok benzeyen ve bu yüzden de uzadıkça uzayan yola bakıyorduk.

“Kuyu ustasıyım” diye başlamıştı söze. Sinoplu’ymuş. “Kuyubaşı civarındaki köylerde çalışıyorum genellikle” demişti, eliyle sağ tarafta kalan tepelerin ardını gösterirken. Günde bir, bilemediniz iki metre ancak kazılabiliyormuş kuyu dediğin. “Yaklaşık otuz metreye indin mi su kendini göstermeye başlar” diye anlatmaya devam ederken hiç konuşmamaktansa bir soru sormak için, “Bir yerde su olduğunu nasıl anlarsın?” diyorum. Cevabı basit ve net oldu: “Üstündeki otlardan ve ağaçlardan hemen anlarım o civarda su olduğunu. Hele dut ağacı varsa bir yerde, dibinden mutlaka su çıkar.”

Söz sözü açıyor ve bizim kuyucu, çok sıradan bir şey söyler gibi arabanın uğultusunu da, yolun karanlığını da bir ışık hüzmesi gibi delen hikmetli kelâmını fısıldıyor kulağıma: “Bilir misin, sular yedi yılda bir kuyulardan çekilip Mekke’ye yürür.” Şaşkındım, böylesi bir ‘yitik hikmetin’, nasılsa düştüğüm ıssız bir köy yolunda beni arayıp bulacağını kırk yıl düşünsem akıl edemezdim. O konuşmaya devam ederken ben suların yedi yılda bir kuyulardan çekilip bir bir anne-şehir olan Mekke’ye, anne-su olan Zemzem’e akın akın yürüdüğüne, kadim su sembolizminin(Eliade’nin sözünü ettiği “aquatic sembolizm”in) nasıl olup da bu gariban kuyucu ustasının diline kadar sirayet ettiğine dair düşüncelere dalmıştım.

Ne var ki, bu düşüncelerimin aradan uzun bir süre geçtikten sonra okuyacağım bir kitapta teyidine rastlayacaktım. Belâzurî Fütûhü’l-Büldân’ında Mekkeliler’in kuyularındaki suyun “bulutun suyu” olduğuna inandıklarını uzun uzadıya anlatır ve Mekke kuyuları arasında el-Yusre, Humme, Rumme(ki ilk vakıf su olarak bilinir), el-Acul, Tavı, Sünbüle, Esved ve diğerlerinin özelliklerini ayrıntısıyla sayar. Ancak Belâzurî’ye göre, Zemzem kuyusu “kazdırılıncaya kadar” Mekke’de su kıtlığı devam etmiştir. Ayrıca Cahiliye devrinde kuyular üzerine şiirler yazmanın (bir bakıma Osmanlı ve diğer İslâm medeniyetlerinde çeşme, kuyu, bend, sebil vs. için yazılan manzumeler bu geleneğin bir devamıdır) zengin bir gelenek olduğu anlaşılıyor.

Mekke’yi ziyaretleri sırasındaki hatıralarını 1905’te yayınlanan Pilgrimage to Mecca’da anlatan Hacı Han ve Wilfred Sparroy, ilginç gözlemlerde bulunurlar. Zemzem’le ilgili çeşitli bilgileri aktardıktan sonra şöyle yazıyorlar: “Suyun tadını anlatmak çok güç fakat kesinlikle acımsı. Bu konuda görüşüne başvurduğum rehberim şöyle cevaplandırdı sorumu: ‘Allah Celle Celâlühu bu suyu mübarek (kutsal) kıldı, bildiğiniz gibi. O ne tatlı, ne de acıdır, ne tuzsuz, ne de tuzlu, ne kokulu, ne de kokusuzdur. Buna mukabil onun tadında bütün bu niteliklerin bir harman, bir karışımı hissedilir. Her kutsal olan şeyde bir sır gizlenmiş olmalıdır…”

Zemzem bütün dünyadaki suların bir tür “sentezi”; onda bütün dünyevî suların özellikleri mündemiç. Ama İslâm edebiyatlarında bir başka suyun adı daha geçer: Kusar. Zemzem’in, bu suyun altında tali bir dereceye yerleştirilmesinden de anlaşılıyor ki Kusar, herdem yeşil ve çiçekleri daima açık bulunan Cennet nehridir ve “dünyaya bulaşmamış”tır. Özetle Zemzem, dünyanın içindeki suların sentezidir, Kusar ise gökteki Zemzem.

Han ve Sparroy’un rehberinin sözlerinde geçen Zemzem’in “bütün bu niteliklerin harmanı” olduğu sözünün satır aralarında bir köy yolunda kulağıma fısıldanan sarsıcı cümle yankılanıyor.

26 Mart 1996, Salı

Bir cevap yazın