• Home
  • Genel
  • Mimar Sinan’ın kafatası nerede?

Mimar Sinan’ın kafatası nerede?

Mimar Sinan’ın kafatası nerede?
İnsanlık tarihinin yetiştirdiği en büyük mimari dehalardan birisi olan Mimar Sinan’ımızın kafatasının mezarından çıkartıldığını, dahası bugün kayıp olduğunu biliyor muydunuz?

Kaç gündür eşe dosta içim yanarak, hicap duyarak, çaresizlik içinde naklediyorum bu hadiseyi. Gözleri faltaşı gibi açılıyor. Aldığım cevap hep aynı oluyor: “Bu milli ayıbımızı lütfen yazma. Yetmiş iki millete bir daha rezil olacağız.”

“Hayır, rezil olmayacağız. Asıl bu işin peşini bırakıp gerçeği öğrenmedikçe ve kafatasının nerede olduğu bulunmadıkça insanlığın yüzüne bakamaz hale geleceğiz.” diyorum. Nihayet, bir daha böyle bir hadise yaşanmasın diye tepkimizi göstermemiz gerektiğine inanıyorum. Atalarının, büyüklerinin kemiklerini bizim kadar mıncıklamaktan zevk alan başka bir toplum gösterilebilir mi acaba?

Yıl 1935. Ağustos’un 1’inde Türk Tarihini Araştırma Kurumu’nun (bugünkü TTK) seçtiği bir heyet huzurunda Süleymaniye Camii’nin yanıbaşındaki mütevazı ve şirin türbesinden kemikleri çıkarılır Sermimaran-ı Hassa Koca Sinan’ın. Aradan geçen 350 yılın tesiriyle iskeletin büyük bir kısmı bozulmuş, çürümüştür tabii olarak. Sinan’ın sağlam kalabilmiş iskelet parçaları üzerinde yapılan inceleme, dönemin yaygın telakkisi uyarınca kafatası üzerinde yoğunlaşır. Türk ırkının brakisefal (yassı-yuvarlık kafalı) olduğunun ispatlanmaya girişildiği bu yılların hakim beklentisine uygun çıkar Sinan’ın kafatası. Neticede büyük bir memnuniyetle kapatırlar mezarını. Ancak kafatası, Antropoloji Müzesi’nde muhafaza edilmek üzere alıkonulur. (Bkz. 5 ve 6 Ağustos 1935 tarihli Cumhuriyet ve Kurun gazeteleri.)

İbrahim Hakkı Konyalı’nın naklettiğine göre 1950’lerde bu hadiseden habersiz türbeyi restore edenler mezarı açtıklarında Sinan’ın iskeletinin kafatasının olmadığını öğrenince telaşa kapılırlar ve araştırdıklarında nerede muhafaza edildiğini tespit edemezler. Göz göre göre sırra kadem basmıştır bu büyük kafa.

Bugün Antropoloji Müzesi’ni bilen var mı bilmiyorum. Soruşturduğum kadarıyla ilgililerin (TTK yetkilileri de, İstanbul Kültür Müdürlüğü de) böyle bir müzeden haberleri olmadığı gibi, Sinan’ın kafatasından haberi olan hemen hiç kimse yok.

Peki bugün nerede yeri geldiğinde mangalda kül bırakmadan şişindiğimiz bu dahi insanın kafatası? Hafızasını yitirmiş bir toplum olduğumuzu hep söyleriz; ama hiç değilse kurumlarımızın hafızası olmalı değil midir? 64 yıl önce mezarından çıkartılan bu kafatasının tek örnek olmadığını biliyoruz. Nereden mi? Çok basit misal vereyim. 5 Ağustos 1935 günü yayınlanan Cumhuriyet gazetesinde Kültür Bakanlığı’nın öğretmenlere gönderdiği bir tamim (genelge) her şeyi açıklıyor aslında: “Eski mezarlardan çıkacak olan Selçuk, Danişmend oğullarına ait kafataslarını İstanbul’da Antropoloji Müzesi’ne göndermeleri…” Başka bir deyişle bugün mevcut olmayan, kayıplara karışmış bu müzeye kim bilir daha kaç tane devlet büyüğümüzün kafatasları gönderildi? Ve bugün kim bilir nerdeler?

Toprağın üstündekilere sahip çıkamadığımız gibi altındakilere de ne yazık ki sahip çıkamayan bir garip milletiz vesselam!

Şehir ve iktidar

Şehirlerin iktidarlarla kurdukları diyalog, baştan itibaren sorunlu olmuştur. Neticede şehri kuran irade sadece iktidar ya da devlet yahut adına ne derseniz deyin yönetici zümre olmamasına rağmen bir şekilde hüküm-ferma olanlar, onu temsilen, onun adına konuşan iktidarlar olmuştur. Şehrin dilini tutmasını söylemişlerdir; söylemekle de kalmamış, zecri olarak onu başka, yapay ve yapmacık bir dille konuşmaya, kendisini de bu dayatılan dil üzerinden kavramaya zorlamışlardır.

Ne var ki -belki de Allah’tan ki demem gerekirdi burada- şehirler hep içten içe, alttan alta kendi dilleriyle de konuşmaya devam etmişler, bir şekilde işaretlerle, sembollerle, şehrin şurasına burasına yerleştirdikleri kodlarla iletişimlerini sürdürmüşlerdir sakinleriyle. Şehirlere dıştan hükümran olan iktidarlar bu dinamikleri durdurmaya, onları kendi çarklarına adapte etmeye uğraşmışlar; ancak yine de direngen bir tortu, baş eğmeyen bir taraf, inatçı bir müdafaa hattı hep var olmuştur şehirlerin diri gövdelerinde.

Şehirleri ateşleyen kıvılcımdır iktidarla aralarındaki bu gizli ve derin, derin olduğu kadar da ‘yakıcı’ mücadele süreci. Baş eğdirmek isteyenler karşısında sessiz yığınların sesleri yankılanır eski şehirlerin harabelerinde. Bu sesleri duymak yalnız kulak değil, aynı zamanda yürek ister!

Turgut Cansever’in yeni kitabı

Bu köşede fikirlerinden sık sık yararlandığım Turgut Cansever’in İstanbul üzerine yazdıkları bir kitapta toplandı ve İstanbul’u Anlamak adıyla yayınlandı (İz Yayıncılık). Yarım asırlık bir birikim ve tecrübenin ışığında bu bir zamanlar adı “saadet kapısı”na çıkmış bulunan evrensel şehrin geçmişten bugüne uzanan hikayesini okuyacaksınız. Eyüp Sultan’dan Adalar’a, Boğaziçi’nden Beyazıt Meydanı’na kadar şehr-i İstanbul’un yok ediliş sürecine engel olmak isteyen bir insanın çırpınışları var bu kitapta. Okuyun, çok şey öğreneceksiniz. Benden söylemesi. İrtibat telefonu: (0212)-518 22 04.

SARMAŞIK

“İncecik’ten bir kar yağar”

Karacaoğlan’ın o ünlü mısralarını bilmeyen, hatırlamayan var mıdır?

İncecik’ten bir kar yağar

Tozar Elif Elif diye

Deli gönül abdal olmuş

Gezer Elif Elif diye

Ben de Salah Birsel’in günlüklerini okumaya koyulmadan önce bu şiirde geçen “İncecik”in Elbistan’ın köylerinden birisi olduğunu bilmezdim. Nedense hep karın “incecikten”, yani bulgur gibi yağdığını hayal etmişimdir bu şiiri okurken. Şu satırları düşüyor 28 Mayıs 1954 tarihli günlüğüne Salah Birsel: “Yanımda, yere bağdaş kurmuş bir Afşar delikanlısı, İncecik’in Elbistan köylerinden biri olduğunu, İncecikli kızlardan çoğunun Elif diye anıldığını söylüyor. “Karacaoğlan, diyor, bu dolaylarda uzun boylu kalmıştır.”

Biliyorum alışmak biraz zor olacak; ama Karacaoğlan’ın şiirini bu yeni anlam kümesiyle birlikte okumaya, onu içime sindirmeye çalışıyorum Hacivat Günlüğü’nü okuduğumdan beri.

Bir cevap yazın