Orhan Pamuk ve Tanpınar

Orhan Pamuk ve Tanpınar

Orhan Pamuk, bu defa yazı ve söyleşilerinden yaptığı bir derleme ile okuyucularına merhaba dedi: Öteki Sesler (İletişim, 1999). Henüz kitabın tamamını okumuş değilsem de, önemli bulduğum bir yazısını burada tartışmak istiyorum.

Yazı, “Avrupalılaşmak ve kıyafetimiz: Gide, Tanpınar ve Atatürk” başlığını taşıyor (s. 343-353). Pamuk, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, ünlü Fransız yazarı Andre Gide’e duyduğu derin hayranlıktan söz ediyor ve dikkatimizi bir başka noktaya çekiyor.

Bilindiği gibi Gide, 1914’te Türkiye’yi ziyaret eder. Önce İstanbul’a uğrar ve bu şehirde bütün Batılı önyargılarının doğru olduğunu şaşkınlıkla fark eder. İşte yazdıklarından birkaç satır:

“Buraya da her şey Venedik’te olduğu gibi, hatta Venedik’tekinden de fazla, para ve şiddet zoruyla gelmiş. Toprağın kendisinden fışkıran hiçbir şey yok; bunca ırk, tarih, inanç ve uygarlığın sürtüşmesine, çatışmasına neden olan bu kalın köpüğün altında, hiçbir şey yerli değil. Türk giysisi, gördüğüm en çirkin giysi; doğrusu bu ya, halk da ya böylesini hak ediyor. Ey Haliç, Boğaziçi, Üsküdar kıyısı, Eyüp servileri; oturan (yaşayan) halkı sevmedikçe, dünyanın bu en güzel manzarasına nasıl gönül vereyim?” (Çağdaş Şehir, Temmuz 1987, Çev: Berran Gelgün, s. 29)

Görüldüğü gibi Gide, bizi sevmiyor, sevemiyor. Buraya kadar Pamuk’un söyledikleri doğru, Tanpınar’ın Nobel Ödülü alması üzerine yazdığı yazıda Gide’i överken kantarın topuzunu kaçırdığı ve onun Türkiye ve Türk halkı hakkındaki düşüncelerini kısmen (zira bu yazıda bile ona “zalim” demekten alıkoyamaz kendisini) görmezden geldiği de bir vakıa. Ancak ne Tanpınar’ın Gide hakkındaki düşünceleri bu yazıdan, ne de Gide’in Türkiye seyahati İstanbul’dan ibaret. Gide, İstanbul’da yakasını bırakmayan önyargılarından mesela Bursa’da bir parça sıyrılmış görünür. İşte Yeşil Camii’nde söyledikleri:

“Ayaklarımın ucunda nurlu bir sükunun hüküm sürdüğü Bursa’nın yeşili. Her yerde bir durgunluk, sessizlik. Hava tarife sığmaz bir berraklıkta; gökyüzü düşüncem gibi aydın. N’olur! Her şeye yeniden başlamak ve yeni zahmetlere katlanarak! Heyecanın bir süt gibi süzüldüğü hücrelerde bu nefis yumuşaklığı bayıla bayıla duymak. Çamların gölgesinde, derin bahçeleriyle nazlı bir gül, safiyet gülü olan Bursa, gençliğimin seni görmemiş, tanımamış olması nasıl mümkün oluyor? Daha şimdiden bende yaşayan bir anı mıdır? Bu caminin küçük avlusunda oturan gerçekten ben miyim? Nefes alan ben miyim? Ve seni seven ben miyim? Yoksa seni sevdiğimi mi hayal ettim? Eğer gerçekten ben olsaydım, bu kadar yakından uçar mıydı bu kırlangıç? (Burası) Bir dinlenme, berraklık, denge yeri, kutsal bir gök mavisi, kırışığı buruşuğu olmayan bir mavi; mükemmel bir zihin sağlığı (Tanpınar’ın tercümesiyle “zekanın kemal halinde sıhhati” -M.A.)… Ey cami! Harika bir Tanrı’nın mekanısın sen. Bu kutsal yerde uzun müddet murakabeye daldım ve nihayet tenkit Tanrısı’nın ibadet için bizi burada beklettiğini ve bizi duruluğa çağırdığını anladım.” (Günlük, Çev: Fuat Pekin, İst. 1990, MEB, s. 230-231; birkaç değişiklikle alıyorum.)

Bu gerçekten de ikinci bir Gide olduğunu düşündürtecek satırlar Beş Şehir’de Tanpınar’ı da sarmış ve rahatlatmıştır. Tanpınar şunları yazar Yeşil Camii’ni gezdikten sonra:

“Gide’i İstanbul’da gördüğü her şeyde adeta düşman gözüyle bakmaya sevk eden iyi niyetsizlik Bursa’da çok yumuşar. Bu haşin vaziyeti, bu düşmanlığı hiçbir zaman anlayamadım. Her şeyden vazgeçsek ve bütün güzellik bahislerini bir yana bıraksak bile, arasında bir misafir veya seyyah sıfatiyle dolaştığı insanların ıztırabına, bu ıztırabı ve bahsettiği sefaleti taşırken gösterdikleri sabır ve tahammüle, asil sükunete dikkat etmiş olsaydı, yine sonsuz bir şiir haznesi bulurdu. Fakat belli ki Gide, kendi gözüyle rahatça bakmaktansa, Barres’in veya Loti’nin beğendiği şeyleri beğenmemek için memleketimize gelmiştir; Balkan felaketinin o hazin arefesinde bu memlekette dikkat edilecek, sevilecek, acınacak o kadar çok şey vardı! Büyük bir millet, gururunda, haklarında, tarihinde mağdur ve muztaripti. Andre Gide böyle bir zamanda peyzajlarımızı fakir ve neşesiz, sanatımızı derme çatma, insanımızı çirkin buldu. Takma bir “insanüstü” gözüyle etraftaki ıztıraba tiksine tiksine bakarak geçti. Bugünkü büyük felaketi idrak eden Fransa’nın yarınki çocukları “La Marche Turque”ü okurken bu davranıştaki huşunetin ne kadar manasız olduğunu çok iyi anlayacaklardır. Ne yazık ki fertler gibi milletler için de talihin bazı cilveleri ancak nefsinde tecrübe ile anlaşılabiliyor.”

Tanpınar, Gide’in İstanbul camilerinde duymadığı ürpermeyi Yeşil’de duyduğunu, ondan bahseden satırlarının arasına bir nevi huşu hissi sinmiş olduğunu ve bu camiyi en iyi onun anladığını ilave eder.

Dönelim yine Pamuk’un Tanpınar ve nesline yönelttiği ithamlara.

Tanpınar, 1947’de Gide’e Nobel Ödülü verilmesi üzerine yazdığı yazıda, onu Avrupa’nın kendisi ve Avrupa kültürünün “insanlaşmış hüviyeti” ilan eder. Bu sözlerden yola çıkan Pamuk şu acımasız ithamlarla sivriltir kalemini: “Son iki yüzyıldır Batılılaşmacı Osmanlı ve Türk aydınları… Kendilerini Tanpınar’ın yaptığı gibi Gide ile fazla özdeşleştirmeye başladıkları zamanlarda ya kendileriyle ilgili aşağılayıcı sözleri sessizlikle geçiştiriyorlar, ya da tersi, o sözlerin şiddetine onlara hak vererek katılıyorlar… Aslında akıllarının bir köşesiyle, belki kendi kendilerinden bile bunu saklayarak Gide’in seyahat gözlemlerine onlar da gizlice hak vermektedirler.”

Ne yalan söyleyeyim, Pamuk’un gerek Tanpınar’a, gerekse nesline vahim bir haksızlık yaptığını düşünüyorum. Yukarıda aktardım, bizzat Tanpınar, evet Gide’e o kadar hayran olan Tanpınar bile bir punduna getirip en kendine yakışır şekilde hesaplaşmasını yapmıştır Gide’le. Onu “anlamaya” çalışırken, eleştirel mesafesini bulandırmamaya itina eden Tanpınar’ın bu haksız ithama muhatap olması doğrusu Türk aydınının bırakın yabancıları, kendi hemcinslerini anlamakta bile nasıl bu kadar zorlandığı noktasında hayretten hayrete düşürdü. Bu kadar çok ve çeşitli okuduğunu bildiğimiz Orhan Pamuk, eserleri bu kadar ortada olan bir Tanpınar’ı baştan sona okudu mu gerçekten de? Bir yazarı sadece bir makalesindeki sözlerle mahkum etmek yahut onun bir konudaki görüşünü o makalenin çerçevesinden ibaret görmek ne kadar “aydınca” bir tavırdır?

Tabii bir önceki nesilden Ahmet Haşim’in Gide’e, “ahmak” dediğinden ve eserlerini “tatsız” diye nitelediğinden haberi de yoktur herhalde yazarımızın.

Ülkemizi bir kabus gibi saran toptancılık iptilası karşısında Orhan Pamuk’tan daha rafine ve eleştirel bakmasını istemek hakkımız olmalı değil miydi?

KÜLTÜR BAHÇESİNDEN

“Nisan en zalim aydır”

Nisan, en zalim aydır, gövertir

Leylakları ölü toprakta, yoğurur

Anılarla istekleri, uyarır

Uyuşuk kökleri bahar yağmuruyla.

T.S. Eliot, Çorak Ülke’den

Bir cevap yazın