• Home
  • Genel
  • Osmanlı modernlikten kopuk muydu?

Osmanlı modernlikten kopuk muydu?

Osmanlı modernlikten kopuk muydu?
Doğrusu, eğlenceli bir iş Türkiye’de tarihçilik. Çetin Altan’a bakarsanız, Osmanlı, Avrupa’da olup bitenleri sadece seyretmişti.
Newton, yerçekimi yasasını bulurken Kuyucu Murad Paşa, Celalilerin kellelerini kuyulara doldurmakla meşguldü vs.
Eğlenceli; çünkü tarihi önemseyen ülkelerde bu tür uçuk kaçıklıklara birer fantezi olarak bakılırken, bizde ciddiye alınıyor. Böylece tarih alanı, sirklere dönüyor. Sirklere, evet. Ama bir farkla. Sirkteki hayvanların gerçek doğada da aynı şekilde davrandıklarına inanmıyoruz. Ancak tarih alanında gezinen aktörlerin birileri tarafından ehlileştirilmiş, özellikle güzel veya çirkin gösterilmiş olduklarının bir türlü farkına varamıyoruz.
Güya Osmanlı modernlikten kopmuş, hatta modernlik trenine hiç binmemiş, sürekli kaçırmış. Acaba böyle mi? Artık tarihçiler uyandı ve Osmanlı tarihinin bir hayvan sirki olarak görülemeyeceğini var güçleriyle haykırmaya başladılar. Mesela Cemal Kafadar şöyle demişti Nuriye Akman’a:
“Bazı yargılarımız değişti… Benim çok önemli olduğunu düşündüğüm bir şey var: 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı toplumu kendi dinamikleriyle, kendi içinden bir modernleşme ve sekülerleşme serüveni yaşamıştır.” (Zaman, 11 Nisan 2004)
İlginç bir açılım. Modernlik ile Osmanlı’nın su geçirmez bölmelerde olmadığını, birbirinden etkilendiğini göz önüne seren bu yaklaşımı mimariden bir örnekle desteklemek istiyorum.
Gülsün Tanyeli’nin bir makalesinden (“Prof. Doğan Kuban’a Armağan”, Eren Yay., 1996, s. 85-93) öğrendiğimize göre aslında daha 16. yüzyılda Osmanlılar, çağın değişen şartlarına ayak uydurarak Mora yarımadasında bulunan Anavarin (Navarin) kalesinin inşasında önemli bir değişikliğe gittiler ve Avrupa’da yapılan modern, yani rasyonel esaslara dayalı kale yapımı tekniğine geçtiler.
Osmanlı mimarlığında Avrupa ile bağlantının projelendirilmesi bazında ilk örnek olan Anavarin Kalesi, bir yabancı mimara “Frenk üslubunca” yaptırılmıştır: Kalenin tasarımı, hiçbir kuşkuya yer vermeyecek biçimde dönemin en yeni Avrupa tahkimat planlama anlayışlarıyla ilişkilidir. Sözü Tanyeli’ye bırakalım:
“Yapının ilginçlik ve önemi her şeyden önce, bizim kültür coğrafyamız için geleneksel modellerden kesin bir kopuşu örneklemesinden kaynaklanıyor. Batı ile ilişkili önceki örneklerde görülen yerliyle yabancıyı uzlaştırma çabasının burada izi görülmez. 16. yüzyılın ikinci yarısında İtalya’da gelişen tahkimat anlayışının doğrudan bir uygulaması olan yapı, geleneksel anlayıştakinin aksine, burçlarla onların arasını kapatan bedenlerden oluşmaz. Çokgen planlı (altıgen) tam simetrik bir ana kitleye köşelerinden eklenen yine çokgen planlı (beşgen) tabyaları içerir. Tüm kitle top atışlarından olabildiğince az etkilenmesi için yayvan ve eşyükseklikli tutulmuş, buna karşılık duvarlar kalınlaştırılmış ve şevli olarak inşa edilmiştir. Üzerinde geleneksel dendan yerine, tabyalar üzerindeki geniş platformlara yerleştirilmiş topların ateş etmesi için bırakılmış az sayıda mazgal bulunur. Kale duvarının en üst kesimindeki bitişiyse, mazgallar dışında, yine top atışlarını sektirecek nitelikte belirgin bir şevli kesit verilerek gerçekleştirilmiştir.”
Dolayısıyla Anavarin Kalesi, Batı’da mimari modernitenin başlangıcını haber veren bir rasyonalite ürünüdür. Yalnızca aklî çerçevede tanımlanmış bir soruna aklî bir cevap vermek üzere biçimlendirilmiştir ve eski dönem kalelerini karakterize eden efsaneler, semboller ve hurafelere dayalı yaklaşımlardan kesin bir kopuşu gösterir. Bu yeni kale yapımı tekniğinin asıl sebebi ise ateşli silahların seri ve kitlesel kullanımı gerçeğinin Osmanlı mimarlığını da tıpkı Avrupa’da olduğu gibi rasyonel önlemler almaya ve çözümler geliştirmeye itmesidir.
Anavarin Kalesi, Kafadar’ın Osmanlı’nın 16. yüzyıldan itibaren kendi dinamikleriyle bir modernliği yakalama çabasına girdiği tezini doğrulayan somut bir örnektir:
“Osmanlı’da rasyonalite merkezli bir düşünce sistematiği yaratılamamışsa da, en azından mimarî etkinlikler bazında Osmanlı üst sınıf kültürü içinde rasyonel davranış örüntüleri geliştirmediği söylenemez. Anavarin gibi örnekler bunu yeterince kanıtlamaktadır. Dikkat edilirse, bu yapım… tasarımından yapım sürecine dek rasyonel araçlarla yürütülmüş merkezî bir planlama etkinliği olarak özellikle ilginçtir… [H]er konuda Osmanlı yönetiminin “uzaktan kumanda” pratiklerini ne denli yetkin bir biçimde kullanabildiği de görülmektedir. Aynı pratiklerin içerdikleri rasyonalite açısından ne denli acımasız bir kararlılıkla işletildikleri de fark edilebilmektedir.”
Yazar, ulaştığı sonucu bir sorun olarak önümüze koyarken ilginç noktalara parmak basar: “Belki de Osmanlı üst sınıf kültürünün ana sorunu, bu rasyonalist tutumunun üzerinde yükseleceği toplumsal ve ekonomik bir altyapıdan yoksun oluşudur. Ve belki de bu rasyonalite kendi kendisini olağanüstü geniş bir coğrafyanın bu gibi eksikliklerini örgütsel araçlarla telafi etmek uğruna heba etmiştir.”
Rasyonellik dediğimiz modernliğin aslî unsurlarından birinin sadece aklî bir duruş meselesi olmadığını, onu besleyip geliştiren bir sosyal ve ekonomik temelin de var olması gerektiğini vurgulayan bu filizlenen yaklaşımın mutlaka dikkate alınması gerekir. Çünkü sözde Osmanlı medreselerinden aklî ilimler çıkarıldı diye Osmanlı’nın duraklayıp gerilediği sakızını nicedir çiğneyenlere verilmiş güçlü bir cevap yatıyor burada: Akılcılık, toplumun içinde bulunduğu şartlardan kopuk salt zihinsel bir tutum değildir.
Osmanlı akıldan uzaklaşmış! Bundan daha komik bir iddia olabilir mi? Bir Sultanahmet Camii’nin inşası akıldan kopuk nasıl mümkün olabilir? En basit bir askerî sefer bile müthiş bir akıl destanı değil midir? Braudel’in dediği gibi, Kanuni döneminde Londra’dan İstanbul’a gelen İngiliz hukukçular, Osmanlı hukukunun hangi aklî esaslarından yararlanıp ülkelerine döndüler acaba, biliyor muyuz?
Tarih, kitaplarımızı hokkabazlardan temizlediğimizde bunların ipuçlarını fısıldayacaktır, inanın. m.armagan@zaman.com.tr

10 Haziran 2007, Pazar

Bir yanıt yazın