• Home
  • Genel
  • Osmanlı’da bir demokrasi tecrübesi

Osmanlı’da bir demokrasi tecrübesi

Osmanlı’da bir demokrasi tecrübesi

Geçtiğimiz yıl, 700. kuruluş yıldönümü Osmanlı araştırmaları bakımından çok bereketli geçti. Osmanlı tarihine dair yeni bilgiler, tabir caizse sağanak oldu, yağdı üzerimize. Arada Safiye Sultan gibi fantastik ve erotik romanlar, Padişah Anaları gibi uydurma harem tarihleri de ortalığı sarmadı değil.

Yine de tarihimizin o güne kadar bilmediğimiz pek çok kapısının bu devrede fark edildiğini ve bazılarının gıcırdayarak aralandığını söyleyebiliriz.

Tabii bazı kapıların fazla gıcırdadığını da eklememiz gerekiyor. Gıcırdama seslerine herkesin kulak kesildiği kardeş katli, matbaanın geç gelmesi, harem-i hümâyun, medreselerden aklî ilimlerin dışlanması, askeri teknoloji alanındaki gerileme ve padişahların içki içmesi veya herkesin hayatının onun dudakları arasından çıkacak bir tek söze bağlı olduğu gibi konular tahmin edileceği üzere daha fazla merak uyandırdı.

Bu sorulara tek tek cevap vermek için ayrı bir kitap yazmak gerekir. Zaten yazıldı da. Fakat bu tashih edici kitapların da başka bakımlardan tashihe muhtaç olduklarını söylemem gerekiyor ne yazık ki. Ömrümüz günümüz tashih etmekle geçiyor. Şeytan kovalamaktan salavat getirmeye vakit kalmayacak galiba bu gidişle!

Aslında bu tür sorulara cevap vermenin en güzel yolu, doğruları, savunma telaşına kapılmadan olduğu gibi ortaya koyabilme yürekliliğini gösterebilmekten geçiyor. Bütün bu olayların içinde cereyan ettiği matriksi (yatağı) anlayabilirsek, mesele büyük ölçüde hallolacaktır.

Amerika’da çalışan tarihçimiz Engin Akarlı’nın çok önemli bir kitabı vardır. Uzun Barış (The Long Peace, Londra ve New York 1993). Kitap, 1861-1920 yıllarının Lübnan’ından bahseder.

Bundan bize ne? dediğinizi duyar gibiyim. Lübnan ve bize ne? Öyle mi? Filistin’den bize ne? Bosna’dan bize ne? Kuzey Irak’tan bize ne? Kırım’dan bize ne? Hatta İran’dan bize ne? Halbuki bu toprakların büyük bölümü daha 85 yıl önce bizimdi, bizim insanlarımızdı orada yaşayanlar. Yemen’de, Kafkasya’da, Şıpka’da can verenlerin Çanakkale’de şehit düşenlerden ne farkı vardı? Aynı “vatan” için çarpışmıyorlar mıydı?

Lübnan da 1920’ye kadar Osmanlı Devleti’ne aitti. Bu tarihten itibaren Fransız mandasına girmiştir. (Biliyorsunuz Hatay da aynı mandanın idaresindeyken 1938-39’da Türkiye’ye katılmıştır.)

Akarlı, Lübnan’da Osmanlıların 1861’de kurdukları bir demokratik tecrübeden söz ediyor. Cebel-i Lübnan Mutasarrıflığı adıyla kurulan bu rejim, 1860 yılında vuku bulan kanlı iç savaşlara çözüm olarak geliştirilmiştir. Osmanlı idarecileri tarafından.

Çeşitli etnik ve dinî grupların cennetidir Lübnan, bugün bile. Arap veya Araplaşmış bir Hıristiyan halk olan Maruniler, Şiilikle Yunanî, İranî ve İslam öncesi geleneklerin karışımının şekillendirdiği bir inanç grubu olan Dürziler, Şiiler, dünyada örneği çok az bulunan Rum Katolikler (bildiğiniz gibi Rumların kahir ekseriyeti Ortodoks’tur) ve Ortodoks Katolikler, Sünni Müslümanlar ve diğerleri. Bunların bir de aşiret şeklinde dağlarda örgütlenmiş olduklarını düşününce kolayca içinden çıkılmaz bir bölge olduğu anlaşılır Lübnan’ın.

1840’lardan itibaren çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisiyle Lübnan’da bir iç savaşın tohumları ekilir. Çatışmalar 1860’ta zirve noktasına ulaşır. Ve Osmanlı yönetimi, Fuad Paşa’nın başkanlığında bir toplantı düzenler. Toplantıya İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Prusya’nın temsilcileri katılır. Aylar süren sıkı müzakereler sonucunda Osmanlı diplomatları o kadar başarılı olur ki, yabancı diplomatlar bu son derece hassas bölgede bir Osmanlı çözümünden başkasının yürümeyeceğine kanaat getirirler. Üzerinde anlaşmaya varılan ilke, Cebel-i Lübnan’ın ayrı bir yönetim birimi olarak tanınması ve bu birimin birliğinin parçalanmasına değil, tahkimine çalışılmasıdır.

1861 Mayıs’ında anlaşma imzalanır ve Sadrazam Âli Paşa’nın onayından geçtikten sonra haziran ayında uluslararası bir protokol imzalanarak yürürlüğe girer bu yeni rejim. Mutasarrıflığın başındaki vali, nüfus ekseriyeti göz önünde bulundurularak Hıristiyanlardan seçilmiştir. Vali, Babıali tarafından atanmakta olup ona karşı sorumludur. Her dinî veya etnik grup, teşkil edilen parlamentoda nüfusuna göre temsil edilecektir. Yani devlet, bir bakıma kendi iç işlerinde bölgeyi serbest bırakmakta, 20. yüzyılda gündeme gelecek olan yerinden yönetimin ilk örneklerinden birini modern anlamda tesis edecektir.

Böylece Osmanlı Devleti, 15 yıl sonra 1876’da kendi kuracağı parlamentonun bir ilk örneğini Lübnan’da oluşturmuş ve 1920’ye kadar bir “uzun barış” dönemi gerçekleştirilmiştir. Bu ilginç Lübnan tecrübesi, millî bir devlet olmayan Osmanlı Devleti’nin modern; ama millî olmayan bir demokrasi tesis etme, böylece millî-modern ulus devlet modeline bir alternatif getirme ve uygulama çabasını temsil etmektedir.

Galiba bir buzdağının tamamını görmeye çalışmak kadar zor bir iş Osmanlı tarihini hakkıyla öğrenmek…

Bir cevap yazın