Geçenlerde bir caddede “Cumhuriyet 88 yaşında” afişleri arasından geçerken aklımızın ne kadar güdük bırakıldığını, her ne varsa 1923’ten başlatan sakat anlayışın iç ipliğimize kadar sirayet ettiğini görüp hüzünlendim.
Hem köklü ve iftihar edilecek bir tarihimiz olduğunu söyleyeceğiz, hem de neredeyse “insan”lık katına terfi edişimizi en kaba iplerle Cumhuriyet’e bağlayacağız. İşte bu olmadı beyler!
Olmadı, zira en azından Osmanlı tarihine biraz dikkat ettiğinizde Cumhuriyet fikrinin 1923’ten 220 yıl önce ortaya atıldığını göreceksiniz. 1703’te Çalık Ahmed adlı bir yeniçeri ağasının Osmanlı’da hanedanlıktan vazgeçilebileceğini ve bir “cumhur cemiyeti” kurulabileceğini söylemesi (bkz. Naima Tarihi) yeterince anlamlı bir olay değil midir ki dikkate alınmıyor. Keza Dubrovnik Cumhuriyeti’nin 19. yüzyıl başına kadar Osmanlı Devleti bünyesinde varlığını bal gibi sürdürdüğünü, hatta bu ‘Osmanlı cumhuriyeti’nin kapısına kilit vuran zatın, modern Avrupa’nın kurucusu olan Napolyon Bonapart olduğunu söylememiz de sesimizi duyurmaya yetmiyorsa buyurun bir başka kanıt:
Osmanlı Devleti bünyesinde yeni bir “cumhuriyet” kurulmasına izin vermiş ve kısa ömürlü de olsa cumhuriyeti içine sindirmeyi bilmişti.
Newton’un kafasına elma düşünce yerçekimi kanununu bulduğu efsanesi gibi, Cumhuriyet’in de 1923’te tek bir kişi hariç kimsenin aklına gelmemiş olduğunu zannedenler bakalım ondan 123 yıl önce ilan edilen bu cumhuriyete ne diyecekler?
Yedi Ada Cumhuriyeti’nin başkenti Korfu’da Meclis binası bile vardı.
Osmanlı’ya uzaylı gibi bakanlar
Osmanlı tarihine keşke sadece uzaylı gibi baksalardı, ona razıydık. Hem uzaylı gibi, hem de düşmanca bakmışlar. Özellikle son yılları itibarıyla Osmanlı’nın aleyhine kullanılabilecek bütün veriler seferber edilmiş, lehine yorumlanabilecekler de ya görmezden gelinmiş ya da çarpıtılarak aleyhine çevrilmiştir. Misal mi? Buyurun, Georgetown Üniversitesi’nden Kahraman Şakul’un “Osmanlılar Fransız İhtilali’ne karşı” başlıklı ezber bozan çalışmasına göz atmaya (“III. Selim ve Dönemi”, İSAM, 2010, s. 255 vd.):
“Osmanlılar ve Ruslar tarihlerinde ilk defa ittifak kurarak ortak bir filoyla Fransız işgalinde tutulan Yedi Ada’yı ele geçirip “Cezayir-i Seb’a-i Müctemia Cumhuru” adında bir cumhuriyet kurmuşlardı. Bu adalarda Osmanlı tabiiyetinde ve Rus korumasında kurulan cumhuriyet idaresi varlığını 1807’ye kadar korumuş, bu sırada Osmanlılar Adriyatik’te Fransızlara karşı senelerce filo gezdirmiş, cüz’î miktarda da olsa İtalya’ya paralı askerler göndermiş, Osmanlı donanması Ankona ve Otranto gibi İtalyan şehirlerinin Fransız işgalinden kurtarılmasında görev almıştı.”
1800’de Osmanlı Devleti himayesinde kurulan Yedi Ada Cumhuriyeti’nin, kapağı görülen anayasası Padişah tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girmişti.
Demek ki, bizim battı bitti dediğimiz yıllarda Osmanlı Devleti Akdeniz’de Rusların desteğiyle bir cumhuriyet kurmuş, Adriyatik’te filo yüzdürmüş, İtalya’ya paralı askerler göndermiş ve asıl önemlisi, Fatih zamanında fethedilen Otranto’ya asırlar sonra yeniden asker çıkarmıştı. Bu hiç de alışık olmadığımız Osmanlı resminin yanına TTK’nın Osmanlı Tarihi’ni yazma görevi verdiği Enver Ziya Karal’ın Osmanlı’nın dünyadan habersiz olduğunu ispatlama çabalarını koyarsanız mevcut tarihin bizi nasıl bir hapishaneye tıkmak üzere kurgulandığını anlamaya başlarsınız.
Güya Osmanlılar o kadar ahmakmışlar ki, Napolyon’un Mısır’a saldıracağını akıllarına sığdıramamışlar ve saf saf Mora veya Arnavutluk’a saldırmalarını beklemişler. Ali Efendi’nin raporlarından bu sonucu çıkaran Prof. Karal’ın belgeleri çarpıttığını ileri süren K. Şakul, orijinal belgede Ali Efendi’nin kendi fikrini değil, Fransa Dışişleri Bakanı Talleyrand’ın görüşünü aktardığını, oysa Karal’ın bunu Osmanlı elçisinin kendi görüşü olarak yansıttığını zarif bir tarzda yakalıyor.
Bu çarpıtma E. Z. Karal eliyle bizim tarihçiliğimize, Bernard Lewis eliyle de Batı tarihçiliğine transfer edilmiş, böylece etraflarında olan bitenlere aval aval bakan bir Osmanlı resmi, tarih galerimizin en görünür yerine asılmıştır. Lakin genç araştırmacılar, tarihimizin özgürleşmesine ve gerçek yerine oturtulmasına var güçleriyle çalışmaktalar. Var olsunlar.
Osmanlıların en güçlü oldukları zaman dahi alamadıkları bazı ada ve kalelere asker çıkarıp ay-yıldızlı bayrağı astıklarını öğrendiğimiz bu seferler sırasında Napoli’ye çıkıldığında çok ilginç bir olay cereyan etmişti. Napoli, halkı arasında asker bulunmadığını görünce Osmanlı “Kapudane”si, 600 İtalyan bulmuş ve bir belgede geçtiği gibi onlara “ehl-i İslam kisvesi giydirüp beraber istihdam etmiş”ti. Yani İtalyanlara Osmanlı askeri kıyafeti giydirip asker yapmıştı. Üstelik bizim şaşırdığımız bu hale Sultan III. Selim hiç şaşırmamıştı.
Dr. Şakul’un dikkatimizi çektiği bir başka olay da ilginçtir. “Şehper-i Zafer” adlı gemisiyle Ankona kuşatmasına katılan “başbuğ” Sofalı İbrahim Ağa, Ömer Seyfeddin’in kalemine düşse harika bir hikâye çıkaracağı kesin olan bir macera yaşamıştır. Kuşatma sırasında askerin firar etmemesi için İstanbul’dan gönderilemeyen maaşlarını, Rus komutanın kefaletiyle borç aldığı 10 bin İspanyol Riyali’yle ödemiş ama devletten izinsiz aldığı bu para kendisine geri ödenmeyince perişan olmuş, “han köşelerinde sefil” düşmüş, Bâbıâli’ye yazdığı mektupla yardımcı olmalarını istemişti. Bu paranın çok azı kendisine geri ödenince hastalanmış ve görevine devam edemez olmuştu.
Aynı yazıdan ilk “modern” Osmanlı hastanesinin daha 1799’da Korfu adasında kurulduğunu öğrenmek, modernleşme sürecine yeni bir bakış geliştirmek bakımından çok önemli. Bir tanığın ifadesiyle Korfu hastanesinde her hastaya bir yatak, 4 gömlek, 2 çarşaf vs. verilmekte ve doktorlar günde iki defa hastaları ziyaret etmekteydiler. Hatta hastalara, hastalıklarına göre ayrı yemekler bile veriliyordu.
İşte bu ilginç devirde amfibi harekâtına girişecek denli denizciliğini ilerletmiş olan Osmanlı Devleti, Ruslar ve İngilizler anlaşarak “İyonya adaları” olarak bilinen Korfu, Zenta, Kefalonya, Ayamavra, İtaki Pakso ve Çuka adalarıyla Mora ve Arnavutluk kıyılarında Venedik’ten alınan adalardan bir “Birleşmiş Yedi Ada Cumhuriyeti”nin kuruluşuna katılmış ve yönetmişti. 21 Mart 1800’de imzalanan antlaşmayla Osmanlı himayesine bırakılan bu cumhuriyet, Rusya’nın kefaletinde bulunacak, Osmanlı Devleti’yle bağlantısı bir başka Osmanlı Cumhuriyeti olan Dubrovnik’in statüsüne sahip olacak, 3 yılda bir Bâbıâli’ye 75 bin kuruş cizye gönderecekti. Ayrıca Yedi Ada Cumhuriyeti’nin özel bir bayrağı da bulunacaktı. Üstelik bu cumhuriyetin bir de anayasası olacaktı. Nitekim bu anayasa Osmanlı yetkililerince hazırlanmış ve Yedi Adalıların görüşü alındıktan sonra padişah tarafından onaylanmıştı.
Bu bayrak elimizde. Tarih kitapları ortada. Belgeler sürekli konuşuyor. Ama nedense biz hâlâ Cumhuriyet’in 88 yıllık olduğunu törenlerle ilan etmeye bayılıyoruz. Oysa elin İngiliz’i, aslında feodal düzene geri dönüşün belgesi olan 1215 tarihli Magna Carta’yı kralın yetkilerini kısıtlayan ilk belge diye sergilemeye devam ediyor. Bizde ise Fransa’ya “Bizim asırlar boyu koruduğumuz cumhuriyeti yıkan siz değil misiniz?” diyecek bir babayiğit aranıyor.
13 Kasım 2011, Pazar
2 Comments
NALAN
13 Kasım 2011 at 20:31HOCAM ÇOK DOĞRU SÖYLÜYORSUNUZ.BEN DE SİZE KATILIYORUM.ELLERİNİZE SAĞLIK.SAYGILARIMLA…
Yusuf
10 Şubat 2012 at 21:56naima tarihi ‘1574’ten başlayarak 1659’da sona eren yeni bir metin ortaya çıkarmıştır’ sizse 1703 ten bassetmişsiniz açıklarmısıznız acaba